Ermenilerin Tarihi Kökenleri
Anadolu’da Türk varlığının hakim olmasıyla birlikte 1071’de
Selçuklu yönetimine giren Ermeniler geniş hürriyete, dinî inanç ve ibadetlerde
serbestliğe kavuşmuşlardır.
Ermenilere gösterilen yakınlık ve hoşgörü Ermeni isimlerine de yansımıştır. Ermeniler arasında Melikşah, Gökçe, Kutluşah, Arslanşah, Emirşah, Eymür, Murat, Budak, Hüdaverdi, Tatar, Hızırşah, Orhan, Cihanşah, Atabek, Edip, Fethullah, Kiçibeğ, İsfendiyar gibi yaygın Türk isimleri kullanılmıştır.
Ermenilerin tarihî kökenleri hakkında pek çok iddia ve
varsayımlar ileri sürülmektedir. Ermeni tarihçilerin hemen hepsi soylarının Hz.
Nuh’un torunu Hayk’tan geldiğini iddia etmekte ve Ermenilerin yaşadığı ülkeye
de “Hayastan” adının verdiğini ileri sürmektedirler. “Ermenistan” tabiri bir
coğrafî yer adı olarak kullanılmış, “Hayk” kavminin yaşadığı bu bölge
insanlarına Türkçe’de “Ermenistanlı” anlamında “Ermeni” denilmiştir. Ermeniler,
301 yılında toptan Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. 451 yılında Kadiköy’de
toplanan Konsil’de, İsa’nın “tek” ve “biricik oğul” olduğu, “tek şahısta
birleşmiş iki tabiata” sahip bulunduğu doğması kabul edilmişti. Bu görüşü
savunan Hristiyanlar “monofizit” olarak adlandırılmıştır. Ermeniler de St.
Gregory tarafından tesis edilen, bu monofizit anlayışın temsilcileri arasında
yer alan Gregoryan Kilisesine mensuptular.
Bizans İmparatorluğu Ermenilere Baskı Kurmuştur
Bizans İmparatorluğu, Hristiyanlığın temsil yetkisini
kendinde görmüş, hakimiyeti altındaki farklı kültür ve Hristiyanlık anlayışına
sahip aralarında Ermenilerin de bulunduğu gruplara baskı uygulamış, zor
kullanmıştı. Bizans, malî kaynaklarını Ermeniler’den karşılamaya başlamış ve
bunun için onlara ağır vergiler yüklemiştir. Ayrıca Ermeni ileri gelenlerini
Anadolu içlerine sürmüş ve Ermenileri silahlarından arındırmıştır. Bunlardan
başka, Bizans ileri gelenleri ve piskoposları, Ermeni kiliselerini ve
manastırlarını ele geçirip buralara yerleşmiş, Gregoryen Ermeni Kilisesi’ni
ortadan kaldırmaya çalışmış ve bunun içinde dinî kıyımlara girişmişlerdi.
Ermeni yazar Papazian "Ermeniler İsa’da “Bir tabiat”
bulunduğuna inandıkları için Bizans döneminde “Messe” (Ekmek-Şarap) ayinini ve
ibadetlerini serbestçe icra edemediklerini" ifade etmektedir. Yine bir başka Ermeni yazar Kevork Aslan "Grek Yüksek Ruhban Sınıfı’nın Ermenileri “sapık” görmesi ve buna bağlı olarak
yapılan zulümlerin Ermeni ruhban sınıfını ve halkını Bizanslara düşman
yaptığını, bunun için Bizans İmparatorluğu’nu savunmak yerine İranlıları,
Müslüman Arapları ve Türkleri bir kurtarıcı olarak gördüklerini" belirtmektedir. Bizans’ın katliam ve tehcirlere ek olarak
şiddetli bir şekilde yürürlüğe koyduğu Ortodokslaştırma ve Rumlaştırma
politikalarıyla yok olmanın eşiğine gelen Ermeniler, bütün doğu hristiyanları
gibi Türkleri desteklemişlerdir.
Ermenileri Bizans Zulmünden Kurtaran Türkler Olmuştur
Bu yüzden bazı Ermeni tarihçiler, “Allah, sapık Rumlar’ın kötülüklerini ortadan kaldırmak için, Türkler’i
Anadolu’nun fethine memur etti.” demişlerdir.
Ermeniler, Selçuklular zamanında tesis
edilen adil ve hoşgörülü idare sayesinde her yönden geniş bir hürriyet ve huzur
ortamına kavuştular. Selçuklu Sultanı Alp Arslan, Ermenileri himayesine
almıştır. Ermeni Kralı Kivrike’nin kızı ile evlenmiş ve Kral’ın, payitahtı
Lori’ye dönmesine müsaade etmiştir.
Melihşah da Ermenilere çok iyi davranmıştır. Ermeni Patriği Bargeng’in
isteği üzerine sayısı dört olan Gatogigosluğu bire indirmiş, Ermeniler üzerinde
vergi yükünü hafifletmiştir. Sultan Melihşah’ın bu çok müsamahakar davranışı
İmparatorluk içindeki Hristiyanların kendisine karşı sevgisini ve devlete karşı
sadakatini artırmıştır.
Urfalı Ermeni
tarihçi Mateus Selçuklu Sultanı Melihşah için “Sultanın yüreği, Hristiyanlara karşı şefkatle doluydu. O, geçtiği
(fethettiği) memleketlerin halkına bir baba gözüyle bakıyordu. Melikşah’ın
saltanatı Allah’ın lütfuna mazhar oldu
ve Ermeniler’e huzur verdi...” demiştir.
Ermenilere gösterilen yakınlık ve hoşgörü Ermeni isimlerine de yansımıştır. Ermeniler arasında Melikşah, Gökçe, Kutluşah, Arslanşah, Emirşah, Eymür, Murat, Budak, Hüdaverdi, Tatar, Hızırşah, Orhan, Cihanşah, Atabek, Edip, Fethullah, Kiçibeğ, İsfendiyar gibi yaygın Türk isimleri kullanılmıştır.
Türklerle Birlikte İstanbul’un Kapıları Ermenilere Açılmıştır
Osmanlı Türkleri diğer azınlıklar gibi Ermenilere de hiçbir
kısıtlama getirmedikleri gibi Ermeniler, o ana kadar elde edemedikleri
imtiyazlara, inanç özgürlüğüne kavuşmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet,
hiçbir Hristiyan devletin vermediği imtiyazı Ermeniler’e vermiş ve onları mükâfatlandırmıştır. İstanbul’u fethedince, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden Ermenileri İstanbul’a
getirmiştir. Ermeni seyyah Simeon, “Bizans
döneminde İstanbul'da sadece 80 hane Ermeni'nin yaşadığını, Ermenilerin değil
kente yerleşmek, tüccar olarak girmelerinin bile mümkün olmadığını” aktarmaktadır. Fetihle İstanbul'un kapıları Türklerle
birlikte Ermenilere de açılmıştır.
Ermeni
Patriği Kurulmuş ve “Altı Topluluk Patriği” Unvanı Verilmiştir
Fatih, Ermeniler’in din işlerinde ve iç işlerinde serbest
bırakmakla kalmamış, Bursa bölgesi Metropoliti Piskopos Hovalkim (Ovagim)’i
1461’de İstanbul’a çağırmış, İstanbul’da bir Ermeni Patriği kurdurmuştur. Rum Patriğine tanınan tüm imtiyazları patrik
Hovalkim’e de tanımış, Rumlardan alınan Samatya'daki Surp Georg ve Balat'ta
Surp Hıreşdagabet kiliselerini Ermenilere vermiştir. Ermenilere “Gregoryen Milleti”
olarak ayrı bir statü tanınmış,
Süryanileri, Kıptileri, Gürcüleri, Kaldelileri ve Habeşlileri liderleriyle
beraber bu Ermeni Patriği’ne bağlamıştır.
İstanbul Patriği’ne ait fermanda “Altı Topluluk Patriği” unvanı verilmiştir. Böylece Ermeni milletine, Musevi ve
Ortodokslar’ın dışında kalan Hristiyanlar üzerinde de idarî bir yetki verilmiş
oldu. Bu nedenle Ermenilere tanınan statü, yalnız kendi toplumları için değil,
diğer bazı cemaatleri de kapsaması bakımından farklı ve üstün bir
nitelikteydi. Daha sonraki dönemde Yavuz
Sultan Selim, 31 Aralık 1516’da Kudüs’te Ermenilere imtiyazlar tanımıştır.
Ermeniler
“Millet-i Sadıka / Tebaa-ı Sadıka” Olarak Anılmıştır
Fatih’in oluşturduğu bu idarî statü çerçevesinde Ermeni
patriği “Altı Topluluk Patriği” unvanını XIX. yüzyıla kadar kullanmıştır.
Patrik, kendi yetkisiyle ruhani reisleri azlediyor, keşişlerini ruhanilikten
kovuyor, dinî ayinleri yasaklıyor, kendi adamları ile haraç toplayabiliyor, mahkemesinde hukuk ve ceza davaları görüyor, nikah işlerine bakıyor, dinî
olmayan kararlar da verebiliyordu. Bu
serbestlik sayesinde Ermeniler devlet içerisinde her türlü ticaret ve sanat
dallarında rahatça çalıştıkları gibi devletin her kademesinde memurluk yapmış,
hatta nazırlığa dahî yükselenleri olmuştur.
Ermeniler “Millet-i
Sadıka / Tebaa-ı Sadıka” olarak anılmışlardır. Ekonomik ve malî işlerinde de hiç bir
kısıtlama olmayan Ermeniler; bu serbestlik ortamında, ticaret ve sanayi ile
meşgul olmuşlar, askerlik mecburiyeti yerine hafif bir vergi vermişlerdir. Bu
sebeple de daima işleri güçleri ile meşgul olmak imkânına sahip bulunmuşlar,
nüfusları artmış ve sosyal durumları oldukça gelişmiştir. Diğer taraftan
birlikte yaşam iki millet arasında karşılıklı güven, inanç farklılıkları
dışında tam bir kaynaşma ve benzeşmeye yol açmıştır. Bu bağlamda Türkçe,
Ermenilerin birinci dili haline gelmiştir. Daha XVII. yüzyılın başlarında
Kayseri’deki 500, Afyon'daki 60 hane Ermeni, Konya ve diğer yerlerdeki
soydaşları gibi Ermenice bilmiyor, Türkçe konuşuyorlardı.
Türkler Tarafında Saygı Görmüşlerdir
XVIII yüzyıl sonlarına doğru Polonyalı seyyah Mikoşa Ermenilerle ilgili şu tespiti yapmıştır: “Ermenilere, Türkler tarafından, herhangi bir milletten daha çok saygı gösterilmektedir. Onlar, Rumlardan daha geniş bir din hürriyetine maliktirler, geçmişte kendilerine ne oldukları üzerine katiyen düşünmüyorlar... Fikir bakımından bir ihtilal planını kavrayabilecek kabiliyette değiller... Hatta Osmanlı Devleti’nin çökeceği günün yaklaşmakta olduğu kendilerine söylendiği zaman bundan memnun olmadıkları bile görülmektedir.”
XVIII yüzyıl sonlarına doğru Polonyalı seyyah Mikoşa Ermenilerle ilgili şu tespiti yapmıştır: “Ermenilere, Türkler tarafından, herhangi bir milletten daha çok saygı gösterilmektedir. Onlar, Rumlardan daha geniş bir din hürriyetine maliktirler, geçmişte kendilerine ne oldukları üzerine katiyen düşünmüyorlar... Fikir bakımından bir ihtilal planını kavrayabilecek kabiliyette değiller... Hatta Osmanlı Devleti’nin çökeceği günün yaklaşmakta olduğu kendilerine söylendiği zaman bundan memnun olmadıkları bile görülmektedir.”
Yine Ermeni Seyyah Simeon’un gerek Türkler, gerekse
Türk-Ermeni ve Türk-Rum ilişkileri hakkındaki değerlendirmeleri oldukça
aydınlatıcıdır. O'na göre Türkler çok
hayırsever bir millettir. Su kaplarını omuzlarına alarak veya eşeklere
yükleyerek “Allah aşkına sebil suyu için” diye bağırmakta, gavuru, Yahudi'yi
ayırt etmeden herkese su vermektedirler. Simeon, Malatya civarında bir kilisesi, 30 hane Ermenisi olan bir
köyden söz ederken, buradaki Türklerin
çok iyi ve insan sever olduklarını, Ermenileri çok sevdiklerini, onlara gavur
değil, İsevi veya İsa Kuli dediklerini aktarmakta, buna karşılık Rumların
eskiden beri Ermeni düşmanı olduklarını, atalarının başına büyük felaketler
getirdiklerini, özellikle Ada Rumlarının Ermeni görünce yere tükürüp köpek
anlamında “işkil”(skil) sözcüğünü kullandıklarını, bir Ermeni'nin yemek yediği
kaplarını çok değerli olsa da hemen kırdıklarını kaydetmektedir.
Helmuth Von Moltke: "Ermenilere, Hristiyan Türkler Denilebilir"
Türkiye’de 1835-1839 arasında bulunan Prusyalı Mareşal Helmuth Von Moltke İstanbul’da Osmanlı Seraskerinin Ermeni tercümanı ve ailesinden bahsederken, Ermeniler hakkında şunları yazmıştır: “Bu Ermenilere, hakikatte, Hristiyan Türkler denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına karşın Ermeniler Türk adetlerini, hatta dilini benimsemişlerdir. Dinleri onların Hristiyan olarak, tek kadınla evlenmelerine izin verir, fakat onlar Türk kadınlarından fark edilmez. Bir Ermeni kadını sokakta sadece gözlerini ve bunların üst kısmını gösterir, diğer taraflarını kapatır.” Fransız yazar Contenson, Doğu Anadolu’yu gezen Moltke’nin 4 Nisan 1839 tarihli mektubundan şunları aktarmaktadır: “Asya Ermenilerinin büyük bir kısmı dinç, itaata alışkın, azami refah içerisinde yaşayan bir halktır.”
Türkiye’de 1835-1839 arasında bulunan Prusyalı Mareşal Helmuth Von Moltke İstanbul’da Osmanlı Seraskerinin Ermeni tercümanı ve ailesinden bahsederken, Ermeniler hakkında şunları yazmıştır: “Bu Ermenilere, hakikatte, Hristiyan Türkler denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına karşın Ermeniler Türk adetlerini, hatta dilini benimsemişlerdir. Dinleri onların Hristiyan olarak, tek kadınla evlenmelerine izin verir, fakat onlar Türk kadınlarından fark edilmez. Bir Ermeni kadını sokakta sadece gözlerini ve bunların üst kısmını gösterir, diğer taraflarını kapatır.” Fransız yazar Contenson, Doğu Anadolu’yu gezen Moltke’nin 4 Nisan 1839 tarihli mektubundan şunları aktarmaktadır: “Asya Ermenilerinin büyük bir kısmı dinç, itaata alışkın, azami refah içerisinde yaşayan bir halktır.”
Ermeni Patriği’nin 1847’de Doğu Anadolu’da Bedirhan
isyanının bastırılması sonrasında yayınladığı bildiri, Osmanlı Devleti’ni kendi
cemaatlerinin koruyucusu olarak görmeleri ve devlete bağlılıklarını göstermek
açısından önemlidir: “...Bakınız ve
insalcıl-haşmetli Sultanımızın kendi uyruğundaki uluslara karşı gösterdiği bu
benzersiz hamiyet duygusuna şaşınız! Bu günü hürriyet bayramı yapıp birlikte
Tanrı’dan isteklerde ulusunu Sultanımızın tatlı gözü önünde haklı göstererek
koruyup, sahibimiz ve kurtarıcımız İsa Allah’ın selamına, lütuflarına ve
insancıllığına layık kılsın. Sonsuza kadar kutlu olsun. Sultan’ı överek O’na
şükrediniz ve deyiniz ki: Yaşasın insaflı, muzaffer, iyiliksever ve dayanağa
muhtaç olmayan İmparatorumuz ve Kralımız Sultan Abdul Mecid Han! Yaşasın güçlü
ve adil Valide Sultan! Yaşasın İmparatorun çocukları, O’nun aile mensupları,
Sultanımızın ve güçlü Osmanlı Krallığının övücü olan Tanrının sağ kolu asil
Şehzadeler! Tanrı bu yüksek kişilere yardımcı olsun ve devletin çok sayın
şahsiyetleri olan vezirlerini yüce vazifelerinin görkemi içinde güçlendirsin
Amin!”
Ermeniler Hiçbir Şehirde Çoğunluk Olmayan Bir Azınlıktı
Ermeniler Hiçbir Şehirde Çoğunluk Olmayan Bir Azınlıktı
Ermeniler Anadolu’ya yayılmış hiçbir şehirde çoğunluk
olmayan bir azınlıktı. Türkiye’de yaşayan Ermeniler’in çoğu Kafkasya ve İran
gibi değişik ülkelerden gelerek Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Osmanlılar hiçbir
ülkeyi Ermeniler’den değil, onlara hâkim olan başka devletlerden almışlardı.
Ermenilerin çoğunluk, Türklerin azınlık olduğu hiçbir şehir veya vilayet
yoktu. Ermenilerin büyük bir kısmı,
dağınık bir halde Van, Bitlis, Diyarbakır, Erzurum, Elazığ ve Sivas vilayetlerinde
ve Torosların güneyinde Halep civarında bulunuyordu. Fakat bu vilayetlerin hiç
birinde Ermeniler çoğunluk teşkil etmiyordu.
Justin Mc Carthy, “Türk
Ermenistan’ı olduğu iddia edilen bu altı vilayette Ermeni nüfuzu tüm nüfusun
beşte biri bile değildir. Diğer bölgelerde ise bu altı vilayetteki Ermeni kadar
Ermeni vardır.” demektedir.
Ermeni Cemiyet, Okul ve Kiliselerine Dokunulmazlıklar Verilmiştir
Ermeni Cemiyet, Okul ve Kiliselerine Dokunulmazlıklar Verilmiştir
Osmanlı Devleti’ndeki Ermeniler,
kendilerine sağlanan ayrıcalıklara ve sosyo-ekonomik statüye uygun olarak kendi
dinî kuruluşları, hastaneleri ve darülacezeleri yanında okullarını da kurmuşlar
ve eğitimlerini dinî ve kültürel teşkilatlarına bağlı olarak, kendi dillerinde
ve devlet denetimi dışında sürdürmüşlerdir. Türk unsurlarına göre daha müsait
şartlarda bulundukları için eğitim ve öğretime de ağırlık vermişler, Osmanlı yönetiminin herhangi bir kısıtlaması
ile karşılaşmamışlardır.
1790’da ilk resmi Ermeni Okulu,
Amira Miricanyan ve Şnork Mığırdıç tarafından Kumkapı Fıçıcı Sokak'ta
kurulmuştur. 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra Ermeniler, çok sayıda gazete
çıkarmaya başladıkları gibi, yeni okullar da açmışlardır. Osmanlı Hükûmeti
derneklerin örgütlenmesini hoş görmekte ve bunları Ermeni vatandaşlarının doğal
bir hakkı saymaktaydı. Derneklerin, okulların ve diğer Ermeni kurumlarının
devlet çıkarlarına aykırı bir tutum takınacaklarını sanmıyordu.
Oysa bu Ermeni
cemiyetleri, okulları ve kiliseleri yasal ve dinî bazı dokunulmazlıklardan
yararlanmak suretiyle, isyan, ihtilal hazırlıklarının yapıldığı birer “siyasî
büro”, silah ve mühimmat deposu veya imalathanesi haline gelmişlerdir. Ermeni okulları, tam bir ihtilal yuvası
haline getirilmiş, Ermeni çocuklarına, Türklerin, Anadolu vilayetlerini
Ermeniler’den zaptetmiş oldukları, her Ermeni için atalarının memleketini,
Türklerin boyunduruğundan kurtarmaya çalışmalarının millî bir görev olduğu
anlatılmıştır.
Ermeni Okullar Önemli Bir Sayıya Ulaşmıştı
Ermeni cemaatinin 1871 de İstanbul‘da 48 okulu ve Anadolu’ya
dağılmış 469 kuruluşu varken, 1900
yıllarında ise İstanbul’da 40, Anadolu’da 813 Ermeni okulu bulunmaktaydı ve
Anadolu’da bulunan Ermeni okullarının öğrenci sayısı 80.000 üzerindeydi. Bu
okullarda 2.088 öğretmen görev yapmaktaydı.
Bunların haricinde şahısların ve Ermeni cemiyetlerinin açtığı okullarda
önemli bir sayıya ulaşmıştı. Diğer
yabancı okullara olduğu gibi Ermeni okullarına da çeşitli kademelerdeki devlet
adamları tarafından çeşitli tarihte ve miktarlarda çok sayıda yardım
yapılmıştır. Osmanlı Devleti bütçesinden ayırdığı resmî bir ödenekle bu
okullara yardım etmeye çalışmıştır.
Memleketin En Zengin ve Müreffeh Varlıklı Sınıfı Ermenilerdi
Damar Arıkoğlu, XIX. yüzyıl ikinci yarısında Ermenilerin durumunu şu şekilde açıklamaktadır: “Memleketin en zengin ve müreffeh varlıklı sınıfı Ermenilerdi. Şehir ve kasabalarda esnaf ve sanatkar Türklerden pek azdı. Ermeniler yüksek bir hayata ulaşmışlardı. Onlarda askerlik de yoktu. Yemen belası iki de bir çıkan isyanlar için celp edilen Türkler gibi ezilmezlerdi. Saltanatın himayesi altında senede kırk kuruş vergi vermekle bütün bu yüklerden kurtulurlardı. Bu yüzden Ermeniler günden güne çoğalıyor ve zengin oluyorlardı. Türklerin büyük kısmı köylerde, toprak ve toz içinde perişan bir hayat geçirirken, bilgisizlikten, doktorsuzluktan doğan çocukların yüzde yirmisi ölürken, bunlar medenî bir hayat sürüyordu. Çocuk vefatını yüzde ona kadar indirmişlerdi.”
Türklerden Daha Müreffeh Bir Hayat Sürmüşlerdir
Damar Arıkoğlu, XIX. yüzyıl ikinci yarısında Ermenilerin durumunu şu şekilde açıklamaktadır: “Memleketin en zengin ve müreffeh varlıklı sınıfı Ermenilerdi. Şehir ve kasabalarda esnaf ve sanatkar Türklerden pek azdı. Ermeniler yüksek bir hayata ulaşmışlardı. Onlarda askerlik de yoktu. Yemen belası iki de bir çıkan isyanlar için celp edilen Türkler gibi ezilmezlerdi. Saltanatın himayesi altında senede kırk kuruş vergi vermekle bütün bu yüklerden kurtulurlardı. Bu yüzden Ermeniler günden güne çoğalıyor ve zengin oluyorlardı. Türklerin büyük kısmı köylerde, toprak ve toz içinde perişan bir hayat geçirirken, bilgisizlikten, doktorsuzluktan doğan çocukların yüzde yirmisi ölürken, bunlar medenî bir hayat sürüyordu. Çocuk vefatını yüzde ona kadar indirmişlerdi.”
Türklerden Daha Müreffeh Bir Hayat Sürmüşlerdir
Özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde Türklerden daha iyi, daha
zengin, daha müreffeh bir hayat süren Ermeniler, Osmanlı sanayi, ticaret, para
ve kredi piyasasının bütün alanlarında da faaldiler. Doğu Anadolu Bölgesi’nde
incelemelerde bulunmak için oluşturulan heyetin başkanı olan Sadettin Paşa,
1896’da Van’daki Müslüman halkın durumunu şu şekilde yazmaktadır: “Aslında bura halkı genellikle fakirdir.
Esnaf sayısı da çok az. 50-60 kadar dükkan olsa gerek. Onlar da kuru üzüm,
elma, havuç, fındık ve Ermeni bakkallarından aldıkları iki üç okka şekeri
satarlar. Ne kadar sanayi ve ticaret işi yapan varsa hepsi Ermeni’dir.”
Kamuran Gürün’ün, Marcel Leart’ın Ermeni Sorunu adlı
kitabına dayanarak verdiği bilgiye göre; Anadolu’daki
166 ithalatçının 141’i Ermeni, 12’si çeşitli uyruklu ve sadece 13’ü Türk’tü.
9.800 dükkan sahibi ve zenaatkarın 6.800’ü Ermeni, 2.250’si Türk, 150 ihracatçının
127’si Ermeni, 23’ü Türk, 153 sanayicinin 130’u Ermeni, 20’si Türk, 37
bankacının 32’si Ermeni idi.
XIX.
yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkan “tefecilik” sektörü
de Ermeni tüccarlarının elinde bulunuyordu. Ermeni köy tefecileri Anadolu’da fahiş faizlerle köylüye
borç vererek, borç ve faiz batağında yeteri sermaye birikimi olmayan Türk
köylüsünü ezmekteydi. Ermenilerin bu
ayrıcalıklı durumları Avrupa devletlerinin dikkatini çekmiş, ticarî ilişkileri
için tabii birer müttefik olarak değerlendirilmek üzere Ermenilere el
atmışlardı.
Fransa’nın başlattığı Ermenileri kendi mezhebine çekme ve bunları
ticari misyon olarak kullanma faaliyetlerini XVII. yüzyılın başından itibaren
Avrupalı Katolik, Protestan ve Ortodoks mezhebine bağlı devletlerin
misyonerleri, Ermeniler üzerinde yoğun faaliyete girişmişlerdi.
Gregoryen, Protestan ve Katolik Olmak Üzere Üç Kiliseye Ayrıldılar
Katoliklik misyonerlerin propagandası neticesinde bir kısım Ermeni 1702’de Katolikliği kabul etti. 1830 yılında Fransa’nın da etkisiyle Ermeni Katolikleri resmen bir cemaat olarak tanındı. Protestan misyonerlerin İngiltere ve özellikle Amerika’nın desteğinde yürüttükleri Protestalık propagandası sonucunda da bir kısım Ermeni Protestan oldu. Osmanlı yönetimi 1850'de çıkarılan bir fermanla Protestan Ermenileri resmen tanıdı.
Gregoryen, Protestan ve Katolik Olmak Üzere Üç Kiliseye Ayrıldılar
Katoliklik misyonerlerin propagandası neticesinde bir kısım Ermeni 1702’de Katolikliği kabul etti. 1830 yılında Fransa’nın da etkisiyle Ermeni Katolikleri resmen bir cemaat olarak tanındı. Protestan misyonerlerin İngiltere ve özellikle Amerika’nın desteğinde yürüttükleri Protestalık propagandası sonucunda da bir kısım Ermeni Protestan oldu. Osmanlı yönetimi 1850'de çıkarılan bir fermanla Protestan Ermenileri resmen tanıdı.
Osmanlı Ermenileri Gregoryen, Protestan ve Katolik Ermeniler olmak üzere üç kiliseye
ayrıldılar. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından daha önce
Rumlara verilmiş olan birçok memuriyet ve görevlere, özellikle 1839 Tanzimat ve
1856 Islahat fermanlarının ardından yapılan yeni düzenlemelerle yüksek devlet
memurluklarına ve elçiliklere ve hatta ilerleyen yıllarda mebusluk ve nazırlık
makamlarına kadar Ermeniler getirilmeye başlanmıştır.
“Nizamname-i Millet-i Ermeniyan” Nizamnamesi İle İlave Haklar Verilmiştir
Tanzimat’tan önce Ermeni cemaati kendi aralarındaki
ilişkileri patrikhanenin nezaretinde çözümlemekteyken, Tanzimat’la birlikte
Ermenilere verilen haklar yeni bir boyut kazandı. Bunların en önemlisi 29 Mart
1863’te onaylanan “Nizamname-i Millet-i
Ermeniyan” başlıklı nizamnamedir.
Bu
durumda şu ifade açıkça söylenebilir ki, Osmanlı Devleti’nin temelini teşkil
eden Türk ve Müslüman unsurlar, bu derece istisnai ve özel müsaadeye ve imkânlara
sahip değildi. Ermeniler bu nizamname ile verilen hakları gelecek için daha iyi gelişmeler sağlamak yerine, en feci vaziyetin ortaya çıkması için istismar etmişler ve buna sebep
olmuşlardır. Bu nizamname ile verilmiş izinlerden yararlanan Patrikler daha
ziyade millî ve siyasî cephelerde çalışmaya başlamıştır.
Garo Sasuni'ye göre: Ermenilere yeni haklar tanıyan nizamnamelerin tatbik edilmesi “Ermeni ihtilalini hazırlayıp, onu doğuran en büyük nedenlerden biri olmuştur"
Ermeni Meclisi, cemaatin gerçek parlamentosuna dönüşmekte ve gitgide yıkıcı tutumlar takınmakta gecikmeyecektir. O kadar ki, Ermenilerin oturduğu eyaletlerin özerkliğini istemeye değin gidecektir. Garo Sasuni Ermenilere yeni haklar tanıyan nizamnamelerin tatbik edilmesini “Ermeni ihtilalini hazırlayıp, onu doğuran en büyük nedenlerden biri olarak” ifade etmektedir.
Ermeni Meclisi, cemaatin gerçek parlamentosuna dönüşmekte ve gitgide yıkıcı tutumlar takınmakta gecikmeyecektir. O kadar ki, Ermenilerin oturduğu eyaletlerin özerkliğini istemeye değin gidecektir. Garo Sasuni Ermenilere yeni haklar tanıyan nizamnamelerin tatbik edilmesini “Ermeni ihtilalini hazırlayıp, onu doğuran en büyük nedenlerden biri olarak” ifade etmektedir.
Ermeni Patrikleri de, dinsel rolünden çıkmakta
duraksamayıp, meclisin ileri sürdüğü ulusal istemlerin savunuculuğunu yapacak, ruhanî görevlerden çok siyasî işlerle
uğraşacaklardır. Örneğin; 1869’da
Patrik seçilen Mıgırdıç Hrimyan 1857 tarihinden itibaren Van Kartalı ve Muş
Kartalı adları altında gazete çıkarmaktaydı. Hrimyan bu gazetelerdeki yalan ve
düzmece haberlerle Ermenileri Türk yönetimine karşı kışkırtmıştır. Halefi
Nerses Varjabetyan (Varyabetyan) ve Patrik İzmirliyan da faaliyetleri
Hrimyan’dan farklı değildir. Bunlar tüm
güçlü ülke temsilcileriyle rahatça görüşüyor ve Ermenilerin bağımsızlığının
desteklenmesini istiyorlardı.
Doğu Anadolu’daki Ermeni din adamları da Patriklerini
aratmamışlardır. Mayevsrıy bu konudaki gözlemlerini şu şekilde ifade
etmektedir: “Ermeni din adamlarına
gelince; bunların dinî meselelerle ilgili hiçbir çalışmaları yoktur. Fakat
millî bilincin oluşması konusunda çok hizmetleri vardır. Hatta teşvik eden güç
rolünü üstlenmişlerdir. Yüzyıllarca bu gibi fikirleri gizlice manastırlarda ve
duvarların ardında halka vermişlerdir. Bunların manastırlarında dinî ibadet
yerine, Müslümanlık düşmanlığı yapılmıştır... Ermenilerin kalbinde çok az dinî
duygu vardır. Zaten bunların itikadı mezheplerine hiçbir şey söylenemez. Bundan
dolayıdır ki komitacılar papazları tesir altına almayı başarmışlardır.”
Ermeniler Devlet Yönetiminde Üst Düzey Görevlerde Bulunmuşlardır
1876 yılında Kanuni Esasi, yani I. Meşrutiyet ilân edildikten sonraki ilk meclisin 48
mebusunun 12’si gayrimüslim idi. Gayrimüslim
milletvekillerinden; Rupen Yazıcıyan, Ohannes Ferdi, Maksud
Tan, Sabuh Manuk, Hamzasp Balaryan, Agop Şahinyan, Mikael Altıtop, Karayan,
Daniyel Karacıyan ve Mihran Den adlarını taşıyan 10 mebus Ermeni idi.
1910 tarihli 276 mebuslu mecliste 11’i Ermeni olmak üzere 49
gayrimüslim bulunmaktaydı. 1914 Osmanlı
Meclisi’nde ise 12 Ermeni mebus yer almıştır. Ayrıca, çok sayıda Ermeni
nazırlık ve Ayan Meclisi üyeliği gibi görevlerde bulunmuşlardır. Örneğin; Agop
Kazazyan (Maliye), Garabet Artin Davut (PTT ve Bayındırlık), Andon Tıngır
(PTT), Oskan Mardikyan (PTT), Berdos Hallacyan (Bayındırlık), Krikor Sinapyan
(Bayındırlık), Krikor Agaton (Bayındırlık), Gabril Noradunkyan (Bayındırlık ve
Dış işleri) gibi şahıslar bakanlık yapmışlardır. Yine Ohannes Kuyumcuyan,
Abraham Eramyan, Manuk Azaryan, Gabriel Noradunkyan ise Ayan Meclisi Üyeliği
yapmışlardır.
Özellikle 1826 Yunan isyanından sonra “millet-i sadıka”
denilen Ermeniler Rumların boşalttığı devletin önemli koltuklarına oturtmuştur. "22 Ermeni nazır/bakan yapıldı, 29 Ermeni bürokraside en üst rütbe paşalığa yükseltildi. 33 Ermeni milletvekili oldu. 7 Ermeni büyükelçi, 11 Ermeni konsolos olarak Osmanlı’yı
temsil etti. Dışişleri ve İçişleri Bakanlığı kadrolarında 100’ü aşkın üst düzey
Ermeni memur vardı. 19 yüzyılın sonunda Sayıştay’dan Darphane’ye, Danıştay’dan
PTT’ye kadar devletin önemli merkezlere Ermenilere emanet edilmişti.
Tüm bunlara rağmen 19.yüzyılın
başlarından itibaren yoğunlaşan Osmanlı-Rus Savaşları’nda Rusya yanında yer
almışlardır. Doğu Anadolu’nun Rus tehditi altına girdiği ve istilasına uğradığı
bu dönemde, Osmanlı Devleti’ne karşı Rus kuvvetleriyle aleni bir şekilde
işbirliği ve ihanet içine girmişlerdir. Ermenilerin bu tutumlarına rağmen, Ermenilere yönelen bir cezalandırma
olmamış, Türklerle yan yana, huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.
Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışı
En son olarak 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı “Ermeni
Sorunu’nun” çıkmasında ve Batı ülkelerinin çıkarları için kullanmasında bir kırılma noktasını teşkil etmiş ve günümüze kadar devam eden süreçin başlangıcını oluşturmuştur. Bu
durum sonraki yazıda incelenecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder