13 Ekim 2019 Pazar

Zor Oyunu Bozuyor.



💥Türkiye'nin kararlı duruşu ABD'yi geri adım atmaya zorladı.
Bugün, ABD Savunma Bakanı Mark Esper, Trump'ın, "Suriye'nin kuzeyindeki tüm ABD askerlerinin bölgeden geri çekilmeleri ancak Suriye'den ayrılmamaları talimatı verdiğini" söyledi.
▪️Türkiye, ABD ile anlaşıldığı ancak, kamuoyuna ayrıntıları paylaşılmayan "Güvenli Bölgeyi" planladığı şekilde tesis edebilecektir.
▪️Terör örgütü PYD/PKK'nın, Türk ordusuna karşı koyabilme ihtimali bile yok.
▪️Terör çetesi kalleşçe yapacağı tuzak ve uzaktan keskin nişancı atışlarıyla zayiat verme yolunu izleyecektir.
▪️Bu şekilde Operasyon hızını düşürmeye çalışacaktır.
Her durumda 4 haftalık bir sürede bu operasyonun tamamlanacağını söylemek mümkündür.
▪️Türkiye "Barış Pınarı Operasyonu" ile büyük oyunu bozmaktadır:
Şer güçlerin, PKK/PYD kullanılarak ÜLKEMİZİ kuşatma, sıkıştırma, kaynaklarını israf etme, ülkede etnik sorun yaratma senaryoları çöpe atılmakta,
Türk Ordusu bu başarısıyla büyük ve güçlü Türkiye için yeni stratejik ufukların önünü açmaktadır.
Güçlü ve büyük Türkiye, güçlü ve büyük Türk dünyası demektir. O yüzdendir ki; yıllardır düşman olan Filistin- İsrail, ABD-İran ilk kez ülkemize karşı birleştiler. Diğer yandan Arap Birliği, Avrupa Birliği, NATO gibi kuruluşlar Türkiye’ye gözdağ vermeye çalışmakta, harekatı kınamaktadır.



22 Ocak 2018 Pazartesi

Türkiye’nin Milli Çıkarları Afrin ve Minbiç'e Askeri Harekatı Zorunlu Kılıyor.

ABD eliyle oluşturulmaya çalışılan tezgahı boşa çıkarmak için Türk Silahlı Kuvvetleri Afrin'e operasyon yapıyor. Uluslararası toplumunda ifade ettiği üzere Türkiye davasında haklıdır. Ayrıca birilerinin iddia ettiği gibi  bu bir AKP olayı da değil, Türkiye'nin milli güvenlik sorunudur. Türkiye; Afrin akabinde Minbiç harekatıyla, emperyalist oyunu kökten bozacak, bölgedeki denge değişecektir.  

Daha önce "Fırat Kalkanı" operasyonu  yapılmış, operasyonun hedefi Elbap ve Minbiçi de içine alan Fırat'ın batısı olarak deklare edilmişti. Ancak konjektürel gelişmeler Minbiç'in alınmasını engelledi.  

Şu an Türkiye "Zeytin Dalı " harekatıyla  Afrin'i PKK'dan temizlemek, Suriye içlerine doğru 30 km derinlikte bir alanı kontrol etmek istiyor. Bu operasyonun başarıyla bitirilmesinden sonra,  Minbiçin de PKK/PYD den alınması, böylece Fıratın Batısının PKK/PYD den temizlenmesi düşünülüyor.


Türkiye buna neden mecbur edildi?

Bölgedeki en güçlü ülke ABD ve Rusya.  İkinci Dünya Savaşından bugüne Rusya’nın desteklediği veya ABD’nin desteklediği bir örgüte diğeri karşı olmuş, destek vermemiştir. Bunun tek istisnası PKK oldu.  PKK/PYD’yi  hem ABD’de, hem de Rusya destekliyor.

Neden mi?

Ortadoğu’da Türkiye var olduğu sürece, Ne Rusya, Nede ABD planlarını tam olarak yerine getiremeyeceğini görüyor. Bu engelin yani Türkiye'nin bertaraf edilmesi için Suriye krizi yeni fırsatlar yarattı. DAİŞ ile mücadele ediliyor yaygarası ile, PKK/PYD desteklendi. Sayısal olarak bir ordu düzeyine getirildi.

PKK/PYD verilecek destekle;
  • Suriye kuzeyinde PKK /PYD vasitasıyla bir "terör özerk bölgesi veya devleti"  oluşturmak,
  • Buradan Türkiye’ye terör ihraç etmek,
  • Türkiye’nin Ortadoğu yani Arap coğrafyası ile irtibatını fiziki olarak kesmek,
  • Türkiye'de yaşayan Kürt halkını politize etmek ve Türkiye’yi kendi iç asayiş sorunları ile meşgul etmek,
  • Ve komşu, yakın coğrafyada  olan-bitenden  uzak tutmak gayesi güdülüyor.
Bölgede Güç Bulunduran İki Önemli Aktörün Pozisyonuna Kısaca Bakalım:

Amerika;

Suriye kuzeyinde PYD /PKK aracılığıyla, Akdeniz'e çıkışı olabilecek  bir koridor inşa etmek istiyor. Bu koridorda ABD güvencesinde ve korumasında bir PYD /PKK terör devleti oluşturmak, bu devletin silahlı gücünün de PKK/YPG teröristlerinden oluşan bir ordu kurmak niyetinde.

DAİŞ’ten ele geçirilen alanlara PYD /PKK güçlerini yerleştiriyor. PKK /YPG’ yi bu bölgede “Demokratik Suriye Güçleri (DSG)” adıyla örgütlüyor. Bu güçlerin %90’ nını PKK/YPG oluşturuyor. Ve bu terör örgütünün güç kazanması için destek veriyor. Kritik sayılabilecek önemli (SA- 18) tipi füze, roket, silah ve mühimmatı PYD/PKK militanlarına sağlıyor. 

Bu şekilde olası bir Türkiye müdahalesine karşı bu güçleri donatıyor ve bir ordu gibi teşkilatlandırıyor. PKK/PYD'nin Afrin ve Minbiç’teki kazanımlarını koruyacağını deklare ediyor. Daha önce Türkiye'ye; Minbiç'in boşaltılacağı güvencesini veren ABD, geçen sürede PKK/PYD ye  bölgeyi boşaltmadığı gibi  üstlenmesine destek sağlıyor.

ABD; Suriye kuzeyinde oluşturulacak özerk bölge veya devlet vasıtasıyla Türkiye’nin hareket alanını daraltmak ve süreklilik arz eden bir güvenlik sorunu yaratmak istiyor. Diğer yandan İsrail’e müzahir sözde bir devlet oluşturmak amacı da güdüyor.

Rusya;

Suriye’deki kazanımlarını kalıcı hale getirmek ve Suriyerejiminin devamını sağlamak niyetinde. Türkiye’nin Suriye’de kalıcı kazanımlar elde etmesini istemiyor. Bununla birlikte ABD karşısında kısmi alanlarda Türkiye ile müşterek hareket ederek ABD ye karşı elini güçlendirmek, Türkiye’yi kendi güdümüne alma gayesi güdüyor.

Rusya, PKK/PYD ile irtibatını ve ilişkisini devam ettiriyor. PKK /PYD nin Minbiç ve Afrindeki kazanımlarının korunmasını destekliyor.

Türkiye;

Türkiye, Suriye kuzeyinden kuşatılmak isteniyor. Ege denizindeki kuşatmanın aynısı, bir nevi Suriye üzerinden de yapılmak isteniyor. Türkiye önümüzdeki süreçte tüm enerjisini harcayacağı, içine kapanacağı bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakılmak isteniyor.

Türkiye Ne Yapmalı?

NATO içinde müttefik olunan ABD , müttefiklikten ziyade, Türkiye’ye hasım, düşman bir güç konumunda. Rusya ise, Türkiye’ye doğrudan hedef almamakla birlikte ABD nin Türkiye karşıtı siyasetine de yok demiyor. Türkiye'nin  kıskaca alınmasından memnun.

Türkiye;
  • Milli Çıkarların Gerektirdiği Milli Politikayı devreye sokmak,
  • Milli Güvenlik neyi gerektiriyorsa o tedbirleri almak,      
  • Ne bedel ödenecekse de o riskte göz önüne alınacağı eşiğe gelmiş durumda.
Dolayısıyla Türkiye;
  • Fırat kalkanını doğu ve batı yönünde genişletmek,
  • Afrini PKK/PYD den temizlemek,
  • Minbiçi PKK /PYD den temizlemek,
  • Fırat Batısında PKK/PYD varlığına temizlemek için Askeri Harekat yapmak zorunda.

Türk Ordusunun Afrin operasyonu; ABD ve O'nun tetikçiliğini yapan katil sürüsüne karşı verdiği en anlamlı cevap olacaktır.

Türkiye,  Afrin harekatıyla,
  • Yakın çevremizde, bölgemizde, ülkemiz aleyhine yapılacak düşmanca oluşumlara,
  • Akraba ve dost halklara karşı girişilecek zulüme, katliamlara,
  • Bunlar üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan "projelere" kayıtsız kalmayacağı cevabını vermiş, tüm dünyaya ilan etmiştir.
 Netice Olarak;

Afrin operasyonuna “Zeytin Dalı Harekâtı” adı verildi. En az operasyon kadar adı da dikkate değer . Bölge halkına huzur vaad ederken, terörist odaklarına ve arkasındaki güçlere de bir ikaz içeriyor. Yıllarca Suriye’de köksalan PKK/PYD orada yaşayan halka zulüm yapıyor, haklarına tecavüz ediyordu.

PKK /PYD tarafından Suriye'nin ender korunaklı yerlerinden birisi haline getirilen Afrin, TSK’nın hedefinde. "Afrin’den PKK nın temizlenmesi sadece Suriye ile sınırlı bir etkisi olmayacak.  PKK ‘nın 1980 li yıllardan beri üslendiği bu terör merkezinin dağıtılması daha büyük operasyonların da önünü açacaktır. Artık PKK için güvende olunabilecek ne bir yer, nede sığınıcağı bir ülke vardır."

Fırat Kalkanında olduğu gibi ABD’ ye rağmen bu harekat yapılmaktadır. 

“Zeytin Dalı Harekâtı”  ABD ve Türkiye arasındaki uçurumun ne kadar büyüdüğünü de göstermektedir. 

Operasyonla; ABD’nin, PKK üzerinden kurduğu denklem darbe yemiş,  ABD bir nevi aşağılanmış, hatti bildirilmiştir. Türkiye sahadadır ve ABD, er-geç hiza istikamete gelecektir.
Artık, Türkiye’nin  başta ABD olmak üzere,  PKK  üzerinde vekalet savaşları aracılığıyla sıkıştırılması, dönemi kapanmıştır.


12 Aralık 2017 Salı

ABD ,İsrail'in Başkenti olarak Kudüs'ü Tanıdı!

KUDÜS;Türklerin egemenliğinden çıkışının 100’ncü yılında İsrail'in başkenti olduğu ABD tarafından ilan edildi.

Bölgede İsral’i tehdit edebilecek Türkiye haricinde önemli 3 ülke vardı. İran, Irak ve Suriye.

İran;

Yıllardır ABD’nin baskısıyla uygulanan ekonomik ambargo altında. İnim inim inliyor. Yerli sanayi ve endüstrisini kuramadı. Savaş endüstrisi ise çağdışı. Günümüz modern orduları ile rekabet edebilme şansı yok. Sadece Lübnan’da bulunan Hizbullah aracılığı ile gücünü gösterebiliyor. Şimdi birde Suriye’de askeri varlığı var. Askeri Üs kurmak istiyor. Ancak, İran’a ait ve kurulması düşünülen askeri üsler daha kurulmadan İsrail uçaklarınca vuruluyor. Suriye de bir İran varlığına İzin verilmiyor.

Irak;

Saddam israil’e füze atan ilk müslüman liderdi. Saddamı türlü bahanelerle devirdiler. Irak denilen ülke darmadağın edildi. Kuzeyde özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. Araplar Şii ve Sunni olarak bölündü. Müslüman halkı birbirine düşman oldu. Bir birilerini boğazlamak için tetikte bekliyor, fırsat kolluyorlar. Artık, Irak’ın İsrail’e tehdit olma imkanı mümkün değil. Irak’ın üstüne bir çizgi çekildi.

Suriye;

İsrail’e komşuydu. Tehlike arz eden bir ülkeydi. İç savaş çıkarıldı. Suriye halkı bir birine kırdırıldı. Masum insanlar topraklarından oldu. Milyonlarca Suriyeli yurtsuz ve vatansız olarak başka ülkelerde göçmen durumunda yaşıyor. Neticede, Suriye bölündü. ABD’nin desteklediği PKK/PYD topraklarının % 40’nı işgal etti. Silahlı Sunni muhalefet İdlip’te ve Suriye güneyinde kolu kanadı kırılmış vaziyette, abluka altında alındı. Suriye artık İsral için bir tehdit değil. Suriye’nin de üstüne bir çizgi çekildi.

Türkiye;

İsrail’in varlığı için uzun vadede en tehlikeli ülkeydi. AKP hükûmetleriyle birlikte sürekli iç sorunlarla uğraştırıldı. En başta Silahlı Kuvvetler hedef seçildi. Darmadağın edildi. Eğitim yaz-boz a döndü. Adalet/Hukuk’ta payını düşeni aldı. Devlet bürokrasisinde alışılmışın dışında tayin/terfiler yapılır oldu. Devlet aygıtının genleri ile oynanıyordu. Ülkede saygı duyulan ve ortak değer kabul gören figürlere ölçüsüz saldırılar yapılıyordu. O kadar ileri gidildi ki; hatta memlekette TÜRK ırkı yoktur tartışması TV ekranlarında tartışılır olmuştu. Türk devletinin kurucusu Atatürk en ağır saldırılara maruz kalıyordu. Hükûmet FETÖ nün sözde olimpiyatları için para bile basıyordu. Bu süreçte siyasi iktidar ABD’nin Ortadoğu politikasının en iyi tetikçisi ve destekleyicisi oldu.
ABD nin projesi tıkır-tıkır işliyordu.
Hatta Ortadoğu’nun yeniden tanzim edilmesi amacını güden BAP’ eş başkanı bile olundu. Dünyada eşi benzeri görülmeyen bir aldanma ile Türkiye kendi ayağına sıkıyordu. ABD ile müşterek hareket edildi. Ve Suriye iç savaşı desteklendi.
Bu süreçte; Bir bayram günü Peşmergeler Türkiye topraklarından geçerek Suriye/ Kobani'de sıkışan PKK'nın kurtarılması için yardıma getirildi. İşin akıl almaz ve düşündürücü yanı o dur ki: Türkiye'ye "Suriye'de bir PKK devletinin kuruluşu kendi eliyle kobani kurtarılarak yaptırılıyordu".
Türkiye bu süreçte; kendi iç sorunları ile uğraştırılmıştı.Yıllarca enerji boş işlerle tüketilmişti. Atı alan Üsküdarı geçiyordu. Birde FETÖ denilen örgüt başına bela ettirilmişti.
ABD’nin artık Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı.
PKK/PYD olanca gücüyle desteklendi ve Suriye’nin %40’ı PKK kontrolüne geçirilmişti. Artık Türkiye güneyden kuşatılmıştı. Ayrıca, İran’ın Suriye'ye doğrudan müdahalesi Suriye'de oluşturulan PKK ile engellenmiş, bölgede olmayan ABD artık Suriye’ye yerleşmişti. ABD bölge ülkesi olmuştu.

Sonuç olarak;

1. Türkiye - Suriye sınırında daha önce olmayan (900 km sınır boyunca) yeni bir PKK tehdidi ile tanıştı. PKK ile komşu oldu. Bu şekilde yıllarca sürecek bir sorunun tohumu atılmış oldu.
2. Suriye içinde İsrail’e destek bir PKK /PYD özerk alanı oluşturuldu. (Aynı alan Irak kuzeyinde de oluşturulmuştu. Bu bölgede yapılan bağımsızlık halk oylamasında, devlet olarak tanıyacağını İSRAİL açıklamıştı.).
ABD, Suriye'de oluşturduğu PKK devletine 2017 de 450 milyon dolar askeri yardım yaptığını açıkladı. 2018’de 500 milyon dolar silah yardımı yapacağını deklare ediyordu. Ayrıca PKK militanlarına 400 dolar civarında da maaş bağlamıştı. ABD bu alanı kullanarak bölgedeki her türlü gelişmeyi kontrol edebilecekti.
3. Türkiye, Suriye, Irak ve İran bertaraf edilmiş, İsrail’in varlığına tehdit olacak bir bölge devleti kalmamıştı. Her ülkenin yılarca çözemeyeceği sorunları var edilmişti.

Ve Siyonist plan uygulandı:

Türklerin egemenliğinden çıkışının 100’ncü yılında İsrail'in başkenti olduğu ABD tarafından ilan edildi.


Şark Meselesi: "Hedefteki Ülke Türkiye-2"

Yabancılara Göre Şark Meselesi
Fransız tarihçi Albert Sorel, Şark Meselesi; “Türklerin Avrupa’da mevcudiyetleri ile başladı.”  diyerek meselenin aslında bir Türk meselesi olduğunu vurgulamıştır. Albert Sorel’in sözü hiçte yabana atılacak türden değildir. Çünkü Katolik Kilisesi Kardinallerinden Newmann’ın 1854’te söyledikleri  Sorel ile örtüşmektedir. 
Kardinal Newmann şu çarpıçı açıklamayı yapmıştır: “Vizokotlardan, Saresenlere değin, Hristiyanlık ile temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu genel kuralın tek istisnası Türklerdir. Hristiyanlığı kabul etmek şöyle dursun, Hristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmışlar; tarih sahnesine çıktıkları 1048 yılından beri, Hristiyan (Haçlı) düşmanlığının öncüsü, sözcüsü, simgesi olmuşlardır. Bu yüzden Türkler, Katolik Kilisesi (Vatikan Devleti)’nin XI-XVIII. yüzyıllar arasındaki en önemli sorunu, düşmanı olarak görülmüşlerdir. Hatta, Papalık Devleti’nin son bin yılı Türklerle savaşarak geçmiştir denilebilir. Türklerin savaş gücünü inkar etmiyorum. Ama işte bu güç, onları, imanın ve uygarlığın amansız düşmanı yapıyor. Onun için, Türklerle savaşmak onları yok etmek zorundayız.”
Ünlü Romen tarihçi T. G. Djuvara’nın Cent Projests De Partage De La Turquie adlı eserine önsöz yazan Fransız devlet adamı Lois Renault, Sorel’in açıklanan tarihî sözüne şu cümleyi eklemiştir:  “Buna, Türkleri Avrupa’dan atmak için hazırlanan projeler ve hatta girişilen teşebbüsler ilave edilebilir.”
T.G.Djuvara ise; Şark Meselesi’nin, daha Türklerin Avrupa’ya gelmelerinden önce Anadolu’ya ayakbastığı günden itibaren, Hristiyan devletler onları Asya’da mümkün mertebe uzaklara sürmek için Haçlı Seferleri ile başladığını ifade etmekte ve “Doğrusunu söylemek ve tarafsız olmak gerekirse, Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin hiçbir zaman dostça olmadığını belirtmek icap eder; kabul edelim ki çağdaş hoşgörü anlayışına rağmen, bu milletler arasında, bugün de özellikle Hristiyanlar’dan kaynaklanan bir hınç alma duygusu bulunmaktadır.”  demektedir.
Edouard Drıault Şark Meselesi’ni “İslam-Hristiyan mücadelesi” olarak yorumlarken,  Matthew Smith Anderson, “Bir zamanların büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun, XVIII. yüzyılda çökmeye başlamasyla çöküşün büyük Avrupa devletleri arasında yarattığı rekabet ve Avrupalı devletlerin emelleri yüzünden çıkan bir meseledir.”  şeklinde Avrupalı güçlerin Osmanlı Devleti topraklarının paylaşılması olarak nitelemektedir.
Fransız ünlü yazar Sinyobos Fransız okullarında da okutulan tarih ders kitaplarında Şark Meselesi’ni şöyle tarif etmektedir; “XVIII. asırdan itibaren Rusya ve Avusturya-Macaristan Devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nu istila etmeye ve onun Hristiyan tebaasını isyan ettirmeğe çalışmışlardır. Bu çalışmalar, Fransa aleyhine açılan muharebelerle inkıtaa uğradı. 1815 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu hâlâ mülk-i tamamiyetini muhafaza ediyordu. Rusya’nın bu tehdidi, Osmanlı Devleti’nin ne olacağı bir mesele idi. İşte bu meseleye bir müddet sonra isim takıldı ve adına Şark Meselesi denildi.”  şeklinde ifade ederken bir de bu meselenin çıkışı ile ilgili tarih zikretmektedir.
Rus yazar Soloviyef’e göre Şark Meselesi; “Hristiyan Avrupa Milletleri’nin Müslüman şark milletlerini iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından meydana gelen tarihî meselelerin hepsidir. Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu, sebepler ihdas ederek parçalamak ve zaptetmek arzusundan ve Osmanlı idaresi altında bulunan muhtelif milletlerden bazılarının istiklallerini temin etmek istemelerinden meydana gelen tarihî meselelerin heyet-i mecmuası, Şark Meselesi adını almıştır.”  
A. Malet-P.Grillet’e göre Şark Meselesi; “Türk İmparatorluğu’nun Doğu Akdeniz etrafında, Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’daki mevcudiyetinden kaynaklanan problemlerin bütünüdür.”
Günümüzde dünya üzerindeki güç mücadele alanları ve sebeplerinin açıklanmasında; Harvard Üniversitesi John M.Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Samuel P. Huntington’un “Foreign Affairs” dergisinin 1993 yılında yayınlanan “The Clash of Civilizations - Medeniyetler Çatışması” konulu makalesi dikkate değer çarpıcı bir yorum getirmektedir. Yazarın mevki ve görevi göz önüne alındığında makalede ileri sürülen görüşler mensubu olduğu devletin bakışını yansıtması açısından önem arz etmektedir. Yazar makalesinde Haçlı zihniyetini ve Şark Meselesi’ni hatırlatmakta ve tekrar gündeme getirmektedir. Şark Meselesi mantığının günümüzün süper gücü ABD’nin bakış açısından da değişmediğini göstermesi bakımından Prof. Dr. Samuel P. Huntington'un makalede belirtilen görüşlerini aşağıda özetlemeyi yararlı görüyoruz:
“Yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı ideolojik ve ekonomik değil, kültür temelinde olacaktır. Medeniyetlerin çatışması kaçınılmazdır. ...Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi din yoluyla farklılaşırlar. Asırlar boyunca en uzun ve şiddetli mücadeleler medeniyetler arasındaki farklılıklardan husule gelmiştir... Batı Hristiyanlığının doğu sınırı günümüzde de 1500 yıllarında ki sınır hatlarına tekabül eder görünmektedir. Bu hattın batı ve kuzeyi Katolik ve Protestan, doğusu ve güneyi Ortodoks ve Müslüman kültür çevresidir. Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaki fay hattı boyunca cereyan eden mücadele 1300 yıldan beri devam etmektedir... Osmanlı Türk gücünün gerilemesi ile İngiltere, Fransa ve İtalya Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da denetim kurmuşlardır... Batı ile İslam arasında yüzyıllardan beri devam eden askerî etkileşmenin sona erme ihtimali yoktur... Şayet olursa bundan sonraki Dünya Savaşı medeniyetler arası savaş olacaktır... Türklerin İslam aleminin önder gücü sıfatıyla Güney-Doğu Avrupa, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkelerindeki mutlak hakimiyetine karşı koyamayan, Orta Avrupa yönündeki yayılmasını güçlükle durdurabilen Avrupalılar, Türkleri anlaşılması, uzlaşılması, bir arada yaşaması caiz olmayan kafirler saymakla beraber, Osmanlının karada ve denizde yenilmez bir güç üstünlüğünü temsil ettiği sürece Türklere karşı medeni, ırki bir üstünlük iddiasında bulunmamışlardır. Hatta böyle güçlü, yetenekli meziyetli örnek müesseselere sahip bir milleti Hristiyanlığa kazanamayışlarından dolayı hayıflanmışlardır. Türk gücünün zaafa uğradığı dönemde ise Batının Türk’e karşı bakış tarzı değişmiş, Türk sadece rakip bir din ve medeniyetin mensubu değil, medeniyet yaratmağa, medenileşmeye istidatsız, tahripkar, tembel, zeka ve fikir yeteneklerinden yoksun, zalim, sarı ırktan gelme Moğol melezi bir ırk şeklinde gösterilerek aşağılanmıştır. Türklük Doğu ve Batı Hristiyanlığının ortak eylemi ile Avrupa’dan çıkarılmıştır...”
Türklere Göre Şark Meselesi:
Türk milletinin her dönemde ortaya koyduğu güç ve büyüklük sebebiyle, Şark Meselesi bir sorun olarak düşünülmemiş, ayrıcalıklı ve üzerinde durulmaya değer bir mesele olarak dikkate alınmamıştır. Bunun sonucu olarak Türk yazarları Şark Meselesi’ne Batılılar kadar ilgi göstermemişlerdir. Ancak, Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinde “Şark Meselesi” çok daha fazla Türk düşünürlerin gündemine girmiştir. Bu  konuyla ilgilenenler, Şark Meselesi’ni şöyle ifade etmektedirler:
Tüccarzade İbrahim Hilmi 1332/1916’da yayınladığı eserinde “Dünkü Şark Meselesi Türkler’in Avrupa’dan Asya’ya atılmaları demekti, bugünkü Şark Meselesi de Anadolu topraklarının Avrupa devletleri arasında şimdi iktisaden bilahare siyaseten taksimi meselesi demektir.”   diye söz etmektedir.
Prof. Dr. Enver Ziya Karal; “Şark Meselesi terimi ilk defa 1815’te Viyana Kongresi’nde Rus delegasyonu tarafından kullanılmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında Şark Meselesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, XX. yüzyılda ise İmparatorluğun bütün topraklarının paylaşılması manasında kullanılmıştır.”  şeklinde açıklamaktadır.
Prof. Dr. İsmet Miroğlu’ya göre; “Şark Meselesi, Batı’nın geçmişte Osmanlı’yı günümüzde ise ülkemizi parçalama planları, çabaları”  olduğu düşüncesindedir.
Şükrü Kaya Seferoğlu: “Şark Meselesi’nin bugün hâlâ devam ettiğini, ekonomik, politik, askerî ve kültürel yönleri olan bu meselenin dinî ve ırkî ayrıcalık yaratmak, tahrik ve teşvik etmek gibi bir uygulamasının olduğu ve Türkiye’nin Güneydoğusu’nda devam ettirilen huzursuzluğun Şark Meselesi’nin günümüz dünya şartlarındaki bir tezahürü olarak görülmektedir. Güneydoğu’da, Anadolu’da silahlı hareket şeklinde devam eden; Ortadoğu, Avrupa’da ve daha bir çok yerde kültürel, siyasî ve iktisadi destek gören olayın adı Yeni Şark Meselesidir.”
Prof. Dr. Esat Uras’a göre; “Şark Meselesi olarak bilinen ve değişik periyotlarla dünya kamuoyuna sunulan bu konu gerçekte Osmanlı Devleti’ni imha planından başka bir şey değildir.”  Bir diğer kaynağa göre Şark Meselesi; “emperyalist ve sömürgeci Avrupa devletlerinin Osmanlı teb'ası Hristiyanların haklarını korumak bahanesi ile Osmanlı topraklarını parçalayıp paylaşmayı” ifade etmektedir.”
Arslan Topçubaşı’na göre Şark Meselesi; “Tarih boyunca Hristiyan Batılı milletlerin (bunların etkisiyle Türk asıllı olmayan diğer Müslüman milletlerin) Müslüman Türk milletini, devletini, sosyal, ekonomik, sanayi, kültür ve siyasî etkisi altına almak ve öylece tutmak veya yok etmek kasdından ve gayesinden kaynaklanan meselelerin tümüne verilen isimdir.”  
Raif Karadağ Şark Meselesi’ni iki farklı şekilde ifade etmektedir:
                (I)  Hristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman şark milletlerini, iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından meydana gelen tarihi meselelerin hepsidir.
                (II) Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu, sebepler ihdas ederek parçalamak ve zapt etmek arzusundan ve Osmanlı idaresi altında bulunan muhtelif milletlerden bazılarının istiklallerini sağlamak istemelerinden meydana gelen tarihi meselelerin tümüdür.
Doç. Ali Sarıkaya, “Şark Meselesi ve Tarihsel Gelişimi” başlıklı makalesinde Şark Meselesi’ni, XI. Yüzyıldan itibaren Türk-Avrupa mücadelesi olarak görmekte ve “Türklerin Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hristiyanları kurtarmak, onlar lehine reformlar yaptırmak, Osmanlı İmparatorluğu’ndan her türlü imtiyazı koparmak, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve paylaşmak, böylece Türkleri Avrupa ve Anadolu’dan atmak”   olarak tanımlamaktadır. Sarıkaya, Şark Meselesi’nin devam ettiğini, “günümüze kadar geçirdiği safhalar göz önünde bulundurulduğunda da, daha uzun yıllar devam edeceğini söylemek tarihî gerçeklere daha uygun düşmektedir.”  sonucuna varmaktadır.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Şark Meselesi’ni; Osmanlı Devleti’nin etnik gruplar oluşturulmak suretiyle parçalama politikası olarak ifade ederken, Kürt konusunun da söz konusu projenin bir parçasını oluşturduğunu  belirtmektedir.
Prof. Dr. Çevdet Küçük Şark Meselesi’ni; “Avrupa büyük devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nu iktisadi ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak veya sebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletlerin istiklallerini temin etmek istemelerinden doğan tarihi meselelerin tümü”  olarak tarif etmektedir. Konu ile ilgili bir diğer değerlendirmede de; “Avrupa’ya karşı Türk’ün asırlardır süren ölüm kalım mücadelesi ”   olarak görülmektedir.
Prof. Dr. Bayram Kodaman ; Şark Meselesi’nin temelinde Hristiyan-Müslüman veya Avrupa-Türk münasebetleri yatmakla birlikte, “meselenin İslamiyeti de temsil eden Türk devletleri ile Batı devletlerinin meselesi” olduğunu  belirtmekte ve Şark Meselesi’nin iki ana safhada incelenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bunlardan birincisinin “1071-1683” yılları, diğerinin ise “1683-1920” yılına dek süren safha olduğunu söylemektedir.  Kodaman, şöyle devam etmektedir: “Balkan Meselesi, bir Ermeni Meselesi, bir Kutsal Yerler Meselesi, Şark Meselesi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan ve Asya toprakları üzerindeki politik tezahürleridir. Osmanlı tebaası ile ilgili olan meselelerin temelinde Batılı devletlerin çeşitli menfaatleri yanında, Batı’nın dinî şuurla beslenen siyasî ve millî tahrikleri de rol oynamış bulunmaktadır.”
Nevzat Denk, “Gerek Balkanlar gerekse Ortadoğu ve Doğu Anadolu ile ilgili tüm sorunların ortaya çıkış sebebini, Şark Meselesi’nin uygulamaya konulması temel düşüncesinden kaynaklandığını” ifade etmekte ve “günümüzde de Ortadoğu, Filistin, Kıbrıs, Ege, Irak ve petrol, irtica ve bölücülük sorunu olarak mevcut olan Şark Meselesi, jeostratejik ve ideolojik görünümüyle varlığını sürdürmektedir.” demektedir.
Şark Meselesi; Türklerin batıda kendilerini hissettirdikleri andan itibaren oluşmaya başlamış, meselenin taraflarına göre farklı anlamlar içeren, çağa göre kendini yenileyen, Türk milletinin bekasını ve refahını doğrudan ilgilendiren bir kavramdır. Şark Meselesi terimi çoğu zaman belirli bir kronoloji veya zaman dilimi söz konusu edilmeksizin, Batı’nın Türklerle mücadelesinde Batılı devletlerin niyetlerinin adı olmuş  ve kuşaklar boyunca, Avrupa diplomasi tarihinin bir parçasını teşkil etmiştir. Hatta sadece diplomaside değil Türk düşmanlığı bugün bile söylenegelen bir çok halk şarkısına yansımıştır. 
Şark Meselesi’nin amaçları için bir çok farklı fikir ifade edilebilir. Fakat nihai hedef, Türk milletini tarih sahnesinden silmektir. Nitekim Avrupa-Türk mücadelesinde, Şark Meselesi Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Harbiye Nazırı Lord Kitchener’in;“Türkleri dünya haritasından silinceye kadar harbe devam etmeliyiz.”  sözü bunun en açık ifadesi olmuştur.
Avrupa, Türkler tarafından kurulan her devleti, Hristiyanlığın ve büyük Avrupa önünde bir engel, bir tehdit olarak algılamıştır. Ve bu tehditi ortadan kaldırmak adına, gücü nisbetinde caba harcamış ve amacına ulaşmak için her yol ve yöntemi mubah saymıştır. 
Türk varlığına duyulan tahamülsüzlük haritalara bile yansımıştır. Öyleki dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde bile Osmanlı Devleti diğer adıyla “Devlet-i Aliyye”, Vatikan Katolik Kilisesi tarafından yaptırılan haritada bile yer verilmemiştir.
Vatikan Kardinaller Meclisi 1662’de devrin harita uzmanı Guiliane Cordetti’ye, aslı Papalıkta muhafaza edilen kiliselere kopyaları gönderilen bir dünya haritası hazırlatılmıştır. Hazırlanan dünya haritasında, Osmanlı egemenliği altında olan Yunan, Bulgar, Arap, Romen, Sırp, Ermeni vb. tüm unsurlar daha o dönemde ayrı bir devlet olarak gösterilirken Türk ve Osmanlı ismine yer verilmemiştir.
Avrupa ve Avrupalı, zaman, zaman Türk’ü, sadece “farklı inanç” olarak değil, “tarihi düşman” ve “medeniyet tahripçisi” olarak da görmüştür. Türkler hakkında Batı’da din adamlarından, devlet yöneticilerine hatta düşünürlere kadar her kesimden insan Türkleri bu bakış açısı ile görmüş, Türk düşmanlığı geleneksel bir durum almıştır. Örneğin Evrim Teorisi’nin sahibi Charles Darwin Türklere en sert tepki gösteren düşünürlerden biri olmuştur. Türkler konusunda Darwin’in fikirleri çok aşırıdır. Charles Darwin, Türkler hakkında şunları söylemektedir: “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin umduğunuzdan daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa ulusları ne kadar büyük risk altında kalmıştı. Ama artık bugün Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünya’nın çok daha az olmayan bir geleceğine baktığımızda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elime edileceğini görüyorum.” 
Sonuç olarak;
Konuyla ilgili ilim ve fikir adamlarının tespitlerinden de anlaşıldığı üzere; Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve topraklarının paylaşılması, Türkler’in Anadolu’dan sürülmesi anlamında uzun süreli bir Şark Politikası’nı takip etmişlerdir.
Şark Meselesi’nin Batı için çözümün adı olan Sevr ile 1920'de parçalanan Türkiye, 1923’de Lozan Antlaşması ile tekrar ayağa kalmıştır.  Sevr’in etkilerinin, Lozanla birlikte ortadan kalkması gerekirken, Sevr; tarihsel nedenlerle hâlâ Batı tarafından tartışma konusu yapılmaya devam edilmektedir.
Sözde “Ermeni Soy Kırımının Kabulü” tasarıları Batı ülkelerinin meclislerinde kabul edilmekte, Türkiye mahkum edilmeye, sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Öte yandan PKK terör örgütü 1980 li yıllardan itibaren sözde “Büyük Kürdistan kurma” ideali ile batı ülkelerinde örgütlenmekte, destek görmekte ve Türkiye’nin terör olayları ile zayıflatılmaya çalışılmasına destek olunmakta, ulusal birliğimizi hedef alınmaktadır.
Günümüzde de Sevr’de olduğu gibi aynı şekilde bir “Ermeni ve Kürt Meselesi” yaratma çabalarının yeni boyutlar kazanarak devam ettirildiği görülmektedir.
Şark Politikası mantığı ile hareket eden dış güçlere; ülkemiz içerisindeki yerli işbirlikçileri Türkiye’yi parçalamak, Türkiye’den toprak kopartmak, Türkiye’yi ufaltmak, Türk vatanının ve Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü yıkmak peşinde olmuşlardır.  
Nitekim bölücü başı Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra Avrupalı güçlerin maşası olduklarını itiraf etmek durumunda kalmıştır.  Dıetrıch Alexander imzasıyla Die Welt Gazetesi’nde yayınlanan haberde; “tutuklu PKK terör örgütü liderinin kendisini batı'nın Türkiye'nin bölünmesine yönelik masası” olarak nitelendirdiğini yazmaktadır.”
Avrupa’nın tarihsel kompleksinden kaynaklı “Yeni Şark Meselesi” politikası;  “Türkiye Cumhuriyeti’nin büyümesinin ve güçlenmesinin durdurulması, topraklarının bölünmesi şeklinde şekillenmekte olduğunu” görüyoruz.
Şark Meselesi anlayışının ve Türk düşmanlığının Batı’da hâlâ sürdüğünü gösteren en açık örneklerden biride, Türkiye’nin AB’ne giriş taleplerine karşı, Avrupa kurumlarından yükselen muhalefettir.

Bu yeni şark politikasıyla;

  •     Türkiye’nin doğusunun bölücülük (PKK) faaliyetleri ile koparılması, bunun için PKK’yı desteklemek,
  •        Ülke meclislerinde “Sözde Ermeni Soykırımı yasalarının” kabul edilerek, Ermenilere tazminat ve toprak verilmesinin gündeme getirilmek,
  •      Türkiye’nin güçlenmesini sağlayacak Jeo - Stratejik ve politik gelişmeleri engellemek veya durdurmak, 
  •        Türkiye’nin coğrafi  olarak Ortadoğu ile irtibatını kesmek, bunun için; Suriye’de Türkiye sınır boyunda Akdeniz’e açılan bir PKK devleti,   Irak’ta’ da Türkiye’ye hasım  bir Kürt devleti kurulmasına destek vermek,
  •       Irak ve Suriye’de kurulacak Kürt devletleri vasıtasıyla Türkiye’nin ulusal güvenliğinin tehdit etmek, bu gelişmelerle ülkemizde iç kargaşa ortamı yaratılmak,
  •        FETÖ ve benzeri örgütleri destekleyerek veya yoktan kurarak ülkede iç istikrarsızlık yaratmak ve dış güçlere müdahale olanağı verilmesi amaçlanmaktadır.


21 Kasım 2017 Salı

Şark Meselesi: "Hedefteki Ülke Türkiye-1"

Ülkemize yönelik tehditlerin tarihsel kökenleri bulunmaktadır.
Bilindiği üzere Türkiye, ABD ve Avrupa’nın büyük devletlerince etki altına alınmak ve  ulusal güvenlik sorunları ile karşı karşıya bırakılmak, zayıflatılmak istenilmektedir. Son dönemde yaşanan olaylardan, yapılan uygulamalardan bu durumu gözlemleyebiliyoruz.
Siyasi iktidarın doğru ve yerinde alınan kararları ve proaktif yönetim tarzı  şer güçlerin sevincini yarıda bırakacaktır. Bununla birlikte "iktidarın öngörüsüz, basiretsiz yönetiminin dış güçlere davetiye çıkardığını söylemek doğru olmakla birlikte yeterli bir açıklama olmayacaktır."   Ülkemize yönelik kötü niyetin nedenlerini anlayabilmek için konuya  daha geniş bir perspektiften bakılmasını zorunlu kılmaktadır. 

Türkiye genel olarak; 
  • Siyasi liderlik sorunu yaşadığında, 
  • Bölgemizde küresel güç merkezlerinin çıkar çatışmaları olduğunda, 
  • Türkiye bölge  ve iç sorunların çözümünde  kendi öz gücüyle inisiyatif aldığında  planlı ve sistematik bir şekilde saldırı ile karşı karşıya kalıyor.

Bir süredir egemen güçlerin Ortadoğu’yu;
  • yeniden tanzim etmek, 
  • daha küçük ülkelere bölmek, 
  • kalıcı iç sorunlar yaratmak  istediklerini  görüyoruz.
Emperyalistlerin oyunlarına dur diyebilecek  veya   İleride baş ağrıtabilecek durumda olan en önemli bölge ülkesi  ise Türkiye. Türkiye bölgede  kendi çıkarlarına yönelik hareket tarzı geliştirmeye çalıştığında,  ABD, NATO, Rusya ve Avrupa ülkelerinin tehditkâr ve düşmanca  tavırları ile karşı karşıya kaldığına tanık  oluyoruz.
Türkiye neden hedefte?
Ülkemize yönelik tehditlerin geçmişi çok daha gerilere dayanan tarihsel kökenleri bulunmaktadır. Bu durumun tarihsel arka planını bir kez daha hatırlamak amacıyla bu makale kaleme alınmıştır.
Geçmişten günümüze Türklere yönelik proje ve planlar  yapılmıştır. Türklere yönelik bu planlamalar Şark Meselesi olarak adlandırılmıştır. Tüm bu gerekçelerle  üzerinde kitaplar yazılan “Şark Meselesini” kısaca tekrar hatırlatmak faydalı olacaktır.
Şark Meselesi
Avrupa ve Ortadoğu tarihinin son 1000 yıllık sürecini inceleyecek olursak, Türklerin bu coğrafi bölgede kesintisiz olarak yer almaya başlamalarından itibaren günümüze kadar Avrupa’nın bir parçası olduğunu görmekteyiz.
Avrupa’nın parçası haline gelen Türklerle Avrupalılar arasındaki ilişkiler günümüze kadar güç dengesine bağlı olarak bazen Türkler, bazen de Avrupalı devletler lehine devam etmiştir.
Bu mücadele;
ilk dönemlerde Anadolu coğrafyasında Türk kalıcılığını yok etmek için olurken, daha sonra Türklerin Avrupa’da ilerlemesini önlemek, durdurmak, müteakiben de Türk İmparatorluğu’nun zayıflamasından, güç dengesinin Avrupalılar lehine gelişmesinden sonra Türklerin Avrupa’dan çıkarılması ve Türk egemenliğinde bulunan tüm toprakların elinden alınması şeklinde bir seyir izlemiştir.”

Şark Meselesi;
  • İngilizler “Eastern question”,
  • Almanlar “qrientalische Frage”, 
  • Ruslar” Vostocnıy vopros” 
  • Fransızlar “question d’Orient”,  isimle tanımlanmıştır. 

Şark Meselesi konusunda yerli - yabancı birçok politikacı ve tarihçi  görüş ortaya atmıştır. Bu görüşlere göre yapılan tanımlamalarda bir paralellik görülmektedir. Konuya ilişkin yabancı ve Türk düşünür ve yazarların; " bulunduğumuz zaman dilimini de kapsayacak şekilde tarihsel kökenlere bağlı tehditin yani Şark Meselesinin  günümüzde de devam ettiği konusunda tespit ve tahlilleri bulunmaktadır."
Bir çoklarımız Şark Meselesini "komplo teori olarak" görebiliriz. O yüzden objektif bir değerlendirme için  konuya ilişkin düşünürlerin  fikirlerinin  ortaya konulması gerekmektedir. Bir sonraki makalemizde  "hem yabancı, hemde Türk bakış açısına göre  Şark Meselesi" açıklanmaya çalışılacaktır. 

16 Nisan 2017 Pazar

16 Nisan: “Modern Türkiye’nin Sonumu - Yoksa Yeniden Yükselişimi?

Genç Türkiye: Ümmetten millet olmayı başardı. 

Türkiye 1923‘te yıkılmış ve işgal edilmiş bir imparatorluk mirası üzerinde topyekûn sürdürülen bir İstiklal Savaşı sonucunda kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti‘ni kuran kadro; Parlamenter Sistemi ve “Üniter - Milli Devlet”i esas aldı. Modern dünyanın kabul ettiği evrensel değerler,  demokratik ve laik yönetim şekli benimsendi. Ülkemiz kısa sürede büyük atılım yaptı. Ümmetten millet olmayı başardı. Dünyada kabul gören, saygın bir ülke oldu.

 SSCB’nin Çöküşü Yeni Gelişmelere Başlangıç Oldu:

SSCB’nin çöküş süreciyle birlikte ülkemiz emperyalist ve Siyonist güçlerin hedefi haline geldi. SSCB’nin gücünü koruduğu dönemde istikrarlı bir Türkiye, ABD ve diğer güçler için gerekliydi. Ancak SSCB’nin gücünü kaybetmesiyle birlikte, Türkiye’ye eskisi kadar ihtiyaç kalmadı.

Batı;  1990 lı yıllardan itibaren İslam ülkelerinde “Siyasal İslam” diye adlandırılan, dini referans alan, İslami motifli, siyasi hareketlerin önünü açtı. Bu tür siyasi akımların demokratik usul ve yöntemlerle sisteme angaje edilmesi desteklendi.

Bu sürece paralel olarak;  İslam ülkelerine örnek gösterilen Türkiye’de -İslam motifli - siyasi akımların kurulması ve güçlenmesinin önü de açılmış oldu.

 AK PARTİ kuruluşundan kısa süre sonra  iktidara geldi.

Ülkemizde;  Milli Görüş olarak bilinen siyasi hareket içinden ayrılanlar; bugün ülkemizi yöneten AK PARTİ’yi kurdular. AK PARTİ kuruluşundan kısa süre sonra 2002 de iktidar oldu. AK PARTİ liderlerinin o süreçte çok sık aralıklarla ABD ye gittiği ve oradaki ilgili kurum ve kuruluşlarla iştiraklerde bulunduğu gözlemlendi. AK PARTİ’nin geçen süreç içerisinde Mısır merkezli “Müslüman Kardeşler”e yakın bir ideolojik çizgiyi benimsediği görüldü.

Türkiye AK PARTİ ile birlikte; daha önce tanık olmadığımız bir kısım söylemelerle karşı karşıya kaldı. Özellikle Çözüm süreci olarak isimlendirilen süreçte;
Üniter Milli Devlet”
“Ülke yönetim sistemi”,
 “TSK ve
“ Atatürk”
 gibi daha önce gündeme getirilmeyen bir çok konu devletin kuruluş nitelikleri tartışmaya açıldı.

“Jeopolitik Riskler” Etkili Oldu.

Dünyada değişen  “Jeopolitik Riskler” göz önüne alındığında Siyasal İslam olarak isimlendirilen politik hareketlerin başta ABD ve İsrail olmak üzere Batı’nın orta vadeli çıkarları ile örtüşmediği görüldü.  Çünkü;  “kestirilemez ve öngörülemez uygulamalarla” yeni istikrarsızlıkların odağı olabilme potansiyeli vardı.

İlk pratik tepki Mısırda verildi.

Daha önce ABD ve Batı tarafından desteklenen "Müslüman Kardeşler" ideolojisini benimsemiş ve seçimle iş başına gelmiş olan Mursi yönetimi hedefe oturdu. Ve Mısırın "Siyasal İslam" görünüşlü iktidarı askeri darbe ile alaşağı edildi.  Askeri yönetim ABD tarafından desteklendi. Mursi’yi iktidara getiren güç, aynı şekilde iktidarını da elinden almış oldu. Bu dönemde AKP, Mısırın devrik yönetimine destek verdi.  Mısırın devrik liderliğine destek figürü olan “RABİA” Türk kamuoyu ile tanıştı.

ABD ‘de Başkan seçilen Donald Trump bir çok ülke liderini sırada bekletirken Mısırda askeri darbe ile Müslüman Kardeşleri deviren yönetimle diyalog kurdu.  Trump, Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah Sisi ile Beyaz Saray'da görüştü.

Batı; Türkiye'de AKP liderliğine  ilk dönemde çok ciddi destek verdi.

Bu destek Mısır süreci ile birlikte geri çekildi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şahsında eleştiriler yoğunlaştı. Demokratik dışı uygulamalara, despotik yönelimlere giriştiği ve kökten dinci, radikal akımlara destek verildiği savıyla  başta ABD olmak üzere AB ülkelerinden eleştiri  getirildi.

Bugün 16 Nisan 2017

“Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi” halk oyuna sunuldu ve %51.33 ile kabul edildi. Bu oran ülkenin yönetim sisteminin değiştirmesine halkın güçlü bir onay vermediğini gösterdi. Çok az bir oranlada olsa, ülkemizin yönetim sistemi değişti. Parlamenter Sistem tarihe karıştı. Bir nevi Başkanlık  sistemine geçildi. Bu sistem ile birlikte ülkemizin kuruluşunda 1923 te benimsenen yönetim sistemi tarihe karıştı. Doğal olarak % 50 yakın milyonlarca seçmen kaygılıydı ve bu sonucu üzülerek kabullendi.

Seçim döneminde görüldüğü gibi; taraflar seçime eşit şartlarda giremedi. Orantısız bir şekilde seçim çalışmaları sürdürüldü.

EVET cephesinde; kamu ve devlet gücünün kullanılarak yürütülen seçim kampanyasına karşı, HAYIR cephesi böyle bir güçten yoksundu. Tanıtım ve propaganda faaliyetleri bir nevi asimetrik şekilde orantısız sürdürüldü.

HAYIR cephesi bu süreçte öngörülemez bir BAŞARI gösterdi.

Birçok ayrı fikre ve etnik yapıya sahip, normalde bir araya gelemeyecek milyonlar kendiliklerinden bir sivil toplum örgütü olarak HAYIR cephesinde yerini aldı. Sosyal medya kullanılarak yoğun bir ittifak kuruldu. Bu güç ülkemizde gelecekte olabileceklerinde bir ön izlemesiydi. Ülkenin sokaklarından, caddelerinden ve kamu alanlarından mahrum edilen, sindirilen HAYIR cephesi böylece mücadele azmini, yolunu ve yöntemini bulmuş oldu.

Halk oylamasındaki usulsüzlük iddiaları  tartışma yarattı. Secim sonuçlarına itiraz edildi. 

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Bülent Tezcan, referandumda açık sayım kuralının çiğnendiğini söyledi. Yüksek Seçim Kurulu'ndan (YSK) referandumu iptal etmesini isteyen Tezcan bunun için gerekirse önce Anayasa Mahkemesi'ne (AYM), sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvuracaklarını söyledi.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Sözcüsü Osman Baydemir referandum ile ilgili olarak yüzlerce itiraz dilekçelerinin Yüksek Seçim Kurulu'nda (YSK) olduğunu söyledi. Baydemir, "Hükümet sonucu ilan etmekte acele etmesin. İtirazlarımız sonuçlanana kadar seçim bitmemiştir' dedi.

Batı ülkeleri Halk Oylamasına ilgi gösterdi.  

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nden (AKPM) gözlemciler, "referandumun eşit şartlarda gerçekleşmediğini, referandumunun uluslararası standartların altında kaldığını belirtti".

ABD Dışişleri Bakanlığı; referandum oylaması ve kampanya süreciyle ilgili ilk gözlemlerini aktaran Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) teşekkür ettiklerini ve raporunda dile getirdiği endişeleri not ettiklerini kaydetti.

Almanya Başbakanı Merkel;, "Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın  ülkenin tüm kesimleriyle saygıya dayalı bir diyaloğa geçmesi gerektiğini belirtti. Oylamada usulsüzlük yapıldığı yönündeki iddialara ilişkin olarak Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) bugün yayınlayacağı ön raporun beklendiği ve federal hükümetin gözlemcilerin değerlendirmesine oldukça önem verdiği vurgulandı."

Belçika'da (Anayasa değişikliği referandumunda yüzde 80'e yakın "Evet" oyu çıkmıştı); "Türkiye kökenlilerin çifte vatandaşlığının iptal edilmesi tartışması yeniden gündeme geldi. Hükümet ortağı Flaman Hıristiyan Demokrat Partisi; Türkiye'de totaliter bir rejimi destekleyenlerin çifte vatandaşlığına son verilmesini istedi. Belçika'daki Türkiye kökenlilerin büyük çoğunluğunun totaliter bir sisteme destek verdiğini belirten Bogaert, bunun "kabul edilemez" olduğunu söyledi".

Guardian; "Devasa sonuçları olan az farkla bir kazanım."

Times: "Erdoğan'ın zaferi geride 'bölünmüş bir Türkiye' bıraktı."

The Economist; “Yabancı gözlemciler, hükümeti oylamayı kendi lehine etkilemekle suçladı. Hayır kampı da sahtecilik iddialarında bulunuyor. Ülke hiç olmadığı kadar bölünmüş durumda."

New York Times (NYT); "referandumun bir korku atmosferi içinde gerçekleştirildiğini", gazeteye konuşan Orta Doğu Demokrasi Projesi Türkiye uzmanı Howard Eissenstat da referandum sonucunu "Ülke için hayati önemdeki güçler ayrılığına indirilmiş öldürücü bir darbe" olarak yorumluyor ve "Yargı bağımsızlığı referandum öncesinde de şok edici biçimde zayıftı;  yeni sistem bunu daha da beter hale getirdi."

Council on Foreign Relations’ın (ABD’li düşünce kuruluşu) Türkiye uzmanı Steven Cook, referandumda ‘Evet’ sonucu çıkmasıyla birlikte modern Türkiye tarihinin sona erdiğini söyledi.  ‘Huzur içinde yat Türkiye, 1921-2017’ başlıklı bir yazı yazan Cook, ‘Evet’ oyu verilmesiyle Atatürk’ün hayal ettiği modernliğe konan karşıtlığın dillendirildiğini belirterek,  “Erdoğan sadece referandumu kazanmadı, ülkenin modern tarihinin bir devrini tamamen kapattı.”


Ülkemiz artık “yeni bir yönetim sistemiyle”  yönetilecek.

Umarım yazar Steven Cook ve diğerlerinin görüşleri gerçekleşmez.

Ülkemiz iç kargaşaya ve istikrarsızlığa doğru yelken açmaz.

16 Nisan 2017 “Modern Türkiye'nin sonu değil,
Yeni bir başlangıcın umudu olur.

Cumhuriyet; 15 Nisandan daha güçlü,
Güzel ülkemin kuruluş ayarlarına sadık,
Atatürk’ün izinde,  yeniden yükselişi olur..!

18 Temmuz 2016 Pazartesi

FETOCU Terör Örgütünün Tasfiyesi; “Daha Güçlü ve Milli Bir Türk Ordusunun Oluşturulmasının da Önünü Açıyor.”

Türkiye’nin son 14 yılı; hem içerde hem de dışarıda alışık olmadığımız siyasi yönelimlerin yaşandığı yıllar oldu. 
Her ne kadar hükûmet etme konusunda “siyasi istikrar“ sağlanmış olmakla birlikte, içerde ve dışarda birçok konuda ise “istikrarsızlığa” sebep verildi.
İslam ülkelerine bir model olarak sunulan AKP iktidarı ABD tarafından desteklendi. 
Arap baharı sürecine kadar desteklenen AKP’nin, Mısır’da yönetime gelen İHVAN iktidarı ile birlikte mesafe konulduğu ve ABD’nin örtülü ve alenen desteğinin çekildiği gözlendi.
ABD'nin desteğindeki  “Siyasi İslam” olarak adlandırılan din argümanlı siyasi akım ve iktidarların Ortadoğu'da; zamanla ABD çıkarlarına hizmet etmeyeceği görüşünün" ağırlık kazandığı görüldü. 
Bu yüzden;
  • Mısırda iktidara gelen İHVAN  yönetimi askeri darbe ile değiştirildi.
  • Buna paralel olarak Suriye krizinde Türkiye ile farklılıklar yaşandı. ve ABD; ESAD rejimine karşı savaşan "İslamcı - ılımlı muhalefete" ciddi katkı sunmadı.
Diğer yandan AKP'nin “devleti yeniden tanzim etme ve dönüştürme”  mantığıyla “Yeni Türkiye” sloganıyla izlediği siyaseti;  etkisi yıllarca süren olumsuz gelişmelerin önünü açtı.   
  • Özellikle FETO örgütü ile dirsek temasındaki yakınlaşma bürokraside kadrolaşmayı hızlandırdı.
  • Her dönem  TSK’nın  “Askeri Şura toplantılarında; FETOCU/irticai görüşleri nedeniyle Ordudan atılan Askeri Personelden FETOCU'ların atılmasının AKP iktidarları dönemimde durdurulduğu basına yansıdı.
ABD Projesi olan "Siyasal İslam" ın Önündeki En Büyük Engel Türk Ordusuydu. 
Büyük engel olarak görülen “Atatürkçü TSK” nın tepelenmesi ve kadrolarının yok edilmesi için uydurma suçlamalarla, kumpaslarla bildiğimiz “ ERGENOKON, BALYOZ VB” adlarla bu ülkenin yiğit subayları birer birer evlerinden alınarak tutuklandı. ABD’nin üst aklı ve yönlendirmesiyle, devlet içinde bürokrasiye egemen olan FETO'cu kadroların bu operasyonları yaptığını söylemek için kahin olmaya gerek varmıydı? Oysa hükumet bu eleştirilere kulak tıkıyordu.

  • Türk ordusuna düşmanın yapamadığı alçaklık ve aşağılık muamele yapıldı. Vatan evlatları Cezaevlerinde esir edildi. Bu süreçte siyasi gücü elinde bulunduran iktidardan; FETOCU mahkemelere her türlü desteğin sunulduğu ve davaların sözcülüğünü/ savcılığına soyunulduğu bir dönem yaşandı.
  • "Analar Ağlamasın" sloganıyla - şehitlere son verileceği propagandasıyla - PKK ile sürdürülen “Çözüm Süreci” sonlandırıldı.
  • Oysa şimdi her gün 10’larca vatan evladı PKK canilerince kalleşçe şehit edilir oldu. Oysa 2000 yılların başında PKK bitme noktasına getirilmişti.
En son olarak;

Yine ABD’nin üst aklıyla;  FETOCU kadrolar isyan ederek, Türkiye’de yönetimi ZOR’la ele geçirmeye kalkıştı. ABD tarafından burada güdülen amaç muhtemelen şöyleydi; 

"Siyasal İslam belirli bir çizgiye getirilmişti. Ülkemizde daha sonraki dönemlerde FETO örgütünün yapacağı bir operasyon, aynı şu anki AKP gibi, zamanla ABD çıkarları ile örtüşmeyebilirdi. O yüzden Türk ordusunun, o bilinen yapısına; ATATÜRKÇÜ , MİLLİ yapısına tekrar döndürülmesi ABD’nin uzun vadeli çıkarları ile örtüşüyordu."

Kanımca yukardaki açıkladığım gaye doğrultusunda; FETO örgütü kendi ordusuna ve halkına karşı isyan ettirildi. İhanet’e dünden hazır olan FETO'cu, İŞİD ruhlu hainler, TSK içinde darbe yapmaya kalkıştı, silah arkadaşlarına ve Türk milletine silah kullanıldı. Ancak başaramadı. 

"Bu başarısız isyan sonucunda; FETOCU hainler tarafından; hazırlanan dokumanları, her kademedeki isimleri bir nevi arşiv Türk Devletinin eline geçti. Türk Ordusunda ve Türk devletinde yıllarca temizlenemeyecek FETO örgütü; 1 kaç günde tasfiye edilir duruma geldi ve adalet önüne çıkarıldı."

Şimdi Ne Olacak?

1. Muhtemelen;   FETO örgütü elebaşısı Fetullah GÜLEN'nin, Türkiye'ye iade edilmesi kuvvetle bir olasılık olarak görülmektedir.

2. FETO örgütünün deşifre edilmesi sayesinde; “Daha güçlü ve daha milli bir Türk Ordusu’nun oluşmasının önü de açıldı."

3.  ABD açısından; "Siyasal islam argümanlı teşkilatlanmaya karşı",  “Atatürkçü çizgide,  birlik halindeki bir Türk Ordusunun”, Küresel Çıkarlar açısından gerekli olduğu görüşünün  ağır bastığını söyleyebiliriz.


4.  Orta vadede; "Siyasal iktidar tarafından Ordunun siyasallaştırılması", dış odaklar tarafından da "Türkiye'de Siyasal güçler başta olmak üzere, birçok alanın”,  Ordu vasıtasıyla kontrol edilmesi sürecine girilmiş oldu.


5. Diğer yandan; ABD/NATO'nun darbenin arkasında olduğu savı AKP iktidarındaki Türkiye'yi, yeni çıkış yollarına sevk edebilir. Ve Rusya'ya yakınlaştırabilir.

 Bu durumda;  ABD ve AB merkezli olmak üzere; daha önceden ön görülemeyen bir çok olumsuzluklarla  ülkemizin karşı karşıya kalabileceği, güçlü bir olasılık olarak değerlendirebiliriz. 

9 Şubat 2016 Salı

Türkiye: “Rusya-ABD-PYD/PKK İşbirliğindeki Düşmanca Kalkışmayı Bozacak Güçtedir.”

AKP’nin Suriye politikası stratejik bir hataydı ve bedeli de ağır oldu.
  • AKP’nin Suriye politikası baştan beri ulusal çıkarlara hizmet etmeyen, aleyhte stratejik sonuçlara yol açan, yanılgılarla dolu, hatalar içeriyordu. AKP, daha ziyade ABD’nin verdiği rolleri üstlenmiş sadık bir müttefik durumdaydı. Ülkemizin menfaatlerinden ziyade, ABD'nin verdiği ödevleri yerine getirme telaşında olan bir hükumet izlenimi verdi.  Geçen süreçte AKP, Suriye'de bir mevzi kazanamadığı gibi, daha önce var olan ilişkilerde ciddi yara aldı.
  • Tüm bu olumsuzluklara rağmen, son seçimle tekrar iktidarını koruyan "Yeni AKP" "konjonktürel gelişmeler ve ülkemizin sunduğu jeopolitik olanaklarla bu krizden en az hasarla çıkılmasının yolunu bulabilecek gayret ve cesareti gösteren yeni bir umut veriyordu."

Suriye'de zorlanan Türkiye; uzunca bir zamandır dillendirdiği  “Güvenli Bölge” oluşturamama ve bunu kalıcı hale getirmemenin bedelini çok ağır ödemeye başladı. 

Her ne kadar Suriye politikası yanılgılar içersede Güvenli Bölge oluşturma başarısı gösterilseydi; 
  • Türkiye içindeki milyonlarca Suriyeli ile sınırda bekleyen onbinlerce kişinin korunabileceği bir yeri Suriye içinde oluşturabilirdi. 
  • Diğer yandan PKK'nın uzantısı Demokratik Birlik Partisi‘nin (PYD)’nin Türkiye aleyhine mevzi kazanması engellenmiş ve  Türkiye karşıtı güçlerin oyunlarının önüne geçilmiş olunacaktı.
Bugün itibariyle Suriye’de yaşanan gelişmeler  bize şunu gösteriyor:

"ABD ve Rusya işbirliği içinde; Türkiye'yi başta Suriye olmak üzere Ortadoğu'dan uzaklaştırmak istiyor. Ve PKK taşeron olarak kullanılıyor. Kuzey Suriye’de PYD/PKK devleti kurulması süreci hızla ilerliyor. Türkiye sınırı boyunca oluşturulacak bir özerk yapı ile Türkiye’nin İslam coğrafyası ile irtibatı kesilmeye çalışılıyor.

Son gelişmeler ışığında mevcut durumu kısaca şöyle özetleyebiliriz.

 Rusya;
  • Düşürülen uçağın intikam almak için Türkiye'yi Suriye topraklarına çekmek için elinden geleni yapıyor. Askeri bir bedel ödetme peşinde. Türkiye’yi; Karadeniz, Doğu Akdeniz, Suriye, Irak ve Ermenistan üzerinden bir kuşatmaya almış durumda. Bu alanlardaki askeri yığınaklarıyla olası bir askeri çatışmada pozisyonunu geliştiriyor.
  • Suriye'de Türkmenler başta olmak üzere muhalif gruplar tasfiye ediliyor. Rus Hava Kuvvetleri Suriye’deki harekâtını yoğunlaştırarak binlerce mülteciyi Türkiye sınırına doğru sürüyor. Türkiye’nin desteklediği silahlı grupları yok olmanın eşiğine getirerek, Türkiye’yi fiili müdahaleye mecbur edebileceğini düşünüyor.
  • Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Ortadoğu ve Afrika Özel Temsilcisi, Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov, terör örgütü PKK'nın Suriye kolu PYD'nin Eş Başkanı Salih Müslim'le görüşüyor. Ve Cenevre görüşmelerinde PYD’nin de katılımının sağlanmasını istiyor. PYD’nin Suriye-Türkiye sınırında bir PKK/PYD devleti oluşturacak arazi parçasının ele geçirilmesi için her türlü destek sağlanıyor. 
  • Moskovskiy Komsomolets gazetesine 9 Şubat’ta demeç veren Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov şöyle konuşuyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Washington'dan direkt olarak Kürtler ve Ankara arasında seçim yapmasını istedi. ABD ise, Türkiye'nin terörle bağdaştırdığı PYD'nin IŞİD'le mücadele alanında Washington'un müttefiki olduğu yanıtını verdi. Biz de PYD ile işbirliği yapıyoruz.”

Diğer yandan PKK'ya, Türkiye'ye ayak bağı olacak terör eylemlerine hız verdiriliyor. Şehirlerde isyan provası yapılıyor ve daha geniş eylemler için PKK bahara hazırlanıyor. 
  • PKK terör örgütünün liderlerinden Duran Kalkan  “43 yıldır ilk defa kışın ve şehirlerde üslendik” açıklamasını yapıyor. Ardından, önümüzdeki haftalarda, aylarda eylemleri yayacaklarını, yoğunlaştıracaklarını, hükümete ağır bir ders vereceklerini ilan ediyor.
  • Suriye'nin Türkmen Dağı bölgesinde, baskında, 4 Rus, 5 Esad generali olmak üzere toplam 15 üst düzey subay öldürüldü. Rusya Genelkurmay Başkan'ı Valeri Gerasımov Suriye'de öldürülen Rus generallerle ilgili Interfax'a şöyle konuştu: "Suriye'de olup bitenlerden tamamen Türkiye sorumludur. Bu olay bardağı taşıran büyük bir suikast. Bu büyük bir saldırı ve bu saldırının arkasındaki tek güç Türklerdir. Görülüyor ki sahada yani Suriye topraklarının her bir köşesinde Türkler çok etkililer. Bu suikast unutulmayacak. Bu, Türklerin biz Ruslara karşı ilk icraatları değil. Bunlar Çeçenistan'da, Ermenistan'da, Ukrayna'da, Kırım'da hep karşımıza çıkanlardır.”
  • Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ise generallerin öldürülmesini şöyle yorumladı. "Türkiye'nin eylemleri, Rusya'ya karşı eşi görülmemiş bir meydan okumadır. Bu bizim seçimimiz değildi.”
  • Öte yandan Rusya lideri Vladimir Putin 08 Şubat 2016’daki konuşmasında “Suriye’de Beşar Esad’ın düzenli ordusu ile PYD  gruplarının omuz omuza mücadele etmesi gerektiğini”  söyledi.
  • Rusya Esad ve PYD güçlerini birlikte hareket edilmesini sağladı. Bu arada İran'ın yarı resmi Fars Haber Ajansı, "Esad rejimine bağlı Suriye ordusunun 8 Şubat 2016’ da Nusaybin'in karşısındaki Kamışlı'da bulunan PYD/YPG birliklerine dört uçak dolusu silah ve mühimmat yardımı gönderdiğini" bildirdi.
Rusya bir yandan Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak ilan ettiği bölgeye doğru PYD’yi yönlendirirken, Afrin’e de tonlarca silah yığınağı yapmaya devam ediyor.

(PYD) Rusya’nın başkenti Moskova’da büro açtı. 

Deutsche Welle; PYD, Rusya’nın başkenti Moskova’da büro açtığını bildirdi. Uluslararası Kürt Kurumları Birliği Başkanı Mihrab Şamoyev,  açılış töreninde yaptığı konuşmada, “Bu Kürt halkı için tarihi bir an. Rusya büyük bir güç ve Ortadoğu’da önemli bir aktördür. Aslında sadece bir aktör değildir, senaryoyu da yazmaktadır“ diye konuştu. Büronun açılışını ‘Suriyeli Kürtler için büyük bir siyasi adım‘ olarak nitelendiren Şamoyev, Kürt halkının ‘kendi kültür, dil ve kaderini tayin haklarının Suriye anayasası tarafından teminat altına alınması‘ ve Rusya’nın da bu konuda yardımcı olacağı umudunu dile getirdi.
Geçen yıl ilk temsilciliklerini Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bağlı Kuzey Irak’ta açan PYD, Washington, Paris, Berlin ve Arap ülkelerinde de temsilcilikler açmayı planlıyor.

ABD;
  • NATO müttefiki ve ülkemiz ile yakın ilişkileri bulunan ABD, Suriye iç savaşında Türkiye ile süreç içinde fikir ayrılığına düştü. Türkiye’nin ılımlı, dinci muhaliflere yakın olduğu ileri sürülerek bir yol ayrımı yaşandı.
  • Türkiye’nin pozisyonunu güçlendirecek ve ulusal güvenliğine destek sağlayacak Suriye içinde 90 km uzunluğunda bir “Güvenli Bölge” oluşturulmasına karşı çıktı. Daha sonra Rusya’nın fiili olarak savaşa katılmasıyla birlikte Türkiye'nin “Güvenli Bölge” oluşturulması imkânsız bir hal aldı.
ABD’nin Rusya ile birlikte PYD’ye askeri ve siyasi desteği Türk-ABD ilişkilerinde bir kırılma yaşanacağının habercisi oldu. 
  • ABD’nin 2014’e kadar Suriye politikasındaki en etkili isimlerinden olan eski Şam Büyükelçisi Robert Ford, 3 Ekim 2015 de verdiği bir mülakatta şöyle demekteydi; PKK ile ilişkisine gelirsek, Amerikalı yetkililer ‘PYD, PKK’nın resmen bir parçası değil’ diyeceklerdir. Amerikalı yetkililerin PYD’nin PKK olmadığını söylemesi bence bir safsata. Yani bu, ciddi olmadıkları bir sözlü savunma. Söylersiniz ama aslında doğru değildir ve dinleyen herkes bunun doğru olmadığını bilir.”

Bu demeçten 4 ay  sonra 1 Şubat 2016 da gazeteler şu haber vermekteydi:
  • Obama, özel temsilcisini PYD ile görüşmeye gönderdi. Türkiye’nin “PKK terör örgütünün devamıdır” dediği PYD, ABD Başkanı Barack Obama’nın özel temsilcisi tarafından Kobani’de ziyaret edildi.  Ayrıca ABD Dışişleri’nin iki numarası olan, Bakan Yardımcısı Tony Blinken de, PYD Eş Başkanı Salih Müslim’i telefonla arayarak görüştü. Obama’nın “IŞİD’le mücadele koalisyonu özel temsilcisi” sıfatını taşıyan Brett McGurk, Kobani’de sadece PYD yetkilileri ile değil, PYD’nin askeri kolu olan, Türkiye’nin “PKK ile işbirliği içinde” dediği YPG temsilcileri ile de bir araya geldi. McGurk’un ziyareti, ABD’den PYD/YPG kontrolündeki Kobani’ye yapılan ilk resmi ziyaret olması açısından büyük önem taşıyor. McGurk’un ziyaretinde Fransız ve İngiliz diplomatlar da yer aldı. ABD’nin PYD’yi “meşrulaştıracak” ikinci hamlesi ise, bir telefon görüşmesiyle gerçekleşti. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iki numarası, Bakan Yardımcısı Tony Blinken, PYD Eş Başkanı Salih Müslim’i telefonla aradı. Blinken, ABD Başkanı Barack Obama’ya en yakın isimler arasında anılıyor. Daha önce de ABD Başkanı’nın “ulusal güvenlik danışmanı” olarak görev yapan Blinken, “Obama’nın dış politikadaki çekirdek kadrosunda” anılıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD’le mücadele özel temsilcisi Brett McGurk’un Kobani ziyaretini” hatırlatarak şöyle yanıt verdi:
  • “PYD bir terör örgütüdür. YPG bir terör örgütüdür. PKK ne ise PYD odur. Bunu bütün uluslararası örgütlere taşıyacağız. Taşımadığımız her an bizim için kayıptır. Terör örgütü olarak ilan edilmesi için adımlar atılmazsa geç kalırız. Bakın, Biden (ABD Başkan Yardımcısı) yanında bir yardımcısı ile geldi. Daha önce Sayın Obama’nın yanında da adı geçen bir ulusal güvenlik temsilcisi. Tam Cenevre’deki görüşmeler sırasında kalkıyor, Kobani’ye gidiyor. Kobani’de sözde bir generalden plaket alıyor. Biz nasıl güveneceğiz? Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobani’deki teröristler mi?"
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, 09 Şubat 2016 daki basın brifinginde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’nin PYD ile ilişkisine işaret ederek, “Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobani’deki teröristler mi?” şeklindeki eleştirisine dair yorumu soruldu.
  • “ABD'nin PYD'yi terör örgütü olarak görmediği ve destek vermeye devam edeceği yönündeki açıklamasından sonra, ABD Başkanı Barack Obama'nın IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyon Temsilcisi Brett McGUrk'un Kobani'ye yaptığı ziyaret sırasında eski bir PKK'lı olan PYD sözcüsü Polat Can'la görüşmesinden, ABD'nin pişmanlık duymadığını belirtti.”
  • ABD Elçisi Dışişlerine Çağrıldı.
ABD'nin PYD'yi terör örgütü olarak görmediği ve destek vermeye devam edeceği yönündeki açıklamasından sonra Ankara'dan ilk somut tepki geldi. ABD Büyükelçisi John Bass Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı. ABD Büyükelçisi John Bass'e, ABD'nin tutumundan duyulan Türkiye'nin rahatsızlığı iletildi.
  • PKK’ya yakın bir yayında şu haber geçmekteydi;
"ABD'nin Irak askeri koordinasyon Komitesi'nin verdiği bilgilere göre önceki gün YPG'ye silah yardımı yapıldı. Rimêlan havaalanına inen yardımlar ABD tarafından yapıldı. Geçen hafta ABD'nin üst düzey diplomat ve askeri yetkilileri Rojava'yı ziyaret etmiş daha fazla silah yardımının yapılacağı belirtilmişti. Hemen ardından silah yardımının gelmesi ABD'nin yeni dönemde Kürtleri en temel stratejik müttefik olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Ayrıca Afrin ve Minbic tarafından bir hareketlilik olduğu görülürken Cerablus-Azaz-Minbic operasyonlarının birlikte başlaması bekleniyor.”
Nitekim 10 Şubat itibariyle; "PYD'nin, Fırat nehrinin batısında Cerablus-Azez hattına ilerlemek için ABD ve Rusya ile işbirliğine hız verdiği ve ABD, PYD'ye Fırat nehrinin batısında Halep'e bağlı Mümbiç'e düzenleyeceği operasyon için 20 askeri danışman gönderdiği" bilgisi basında yer aldı.

Diğer yandan "PKK - AKP Çözüm Süreci" ile ifade edilen görüşmelerin, AKP Hukumeti eliyle Türk Devletine kurulan bir tuzak olduğu deşifre oldu.


Konumuza dahil olmasada "Çözüm Süreci" olarak adlandırılan ve PKK'nın zaman kazanmasının, siyasallaşmasının ve uluslararası bir değer ve ilişki kazanması sürecide yine Suriye politikası gibi, ABD'nin AKP hukumeti eliyle Türk devletine attığı bir kazık olduğu ortaya çıktı.

İslam Çoğrafyasının Sorunlarını Çözmek İçin “İSLAM ORDUSU” oluşumu:

Suudi Arabistan öncülüğünde Mart  2015’te Arap Birliği bünyesinde "Ortak Arap Gücü" kurulması kararı faaliyete geçirilemeyince "İslam Ordu Gücü" fikri devreye sokuldu.
  • 15 Aralık 2015'te "S. Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Türkiye, Çad, Togo, Tunus, Cibuti, Senegal, Sudan, Sierra Leone, Somali, Gabon, Gine, Filistin, Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti, Katar, Fildişi Sahili, Kuveyt, Lübnan, Libya, Maldivler Cumhuriyeti, Mali, Malezya, Mısır, Fas, Moritanya, Nijer, Nijerya ve Yemen." Olmak üzere 34 Müslüman devletin katılımıyla  “İslam Ordu Gücü - Teröre karşı İslam İttifakı” nın kuruluşu ilan edildi.
Suudi Arabistan Savunma Bakanı "İslam ülkeleri terörle ferdi olarak savaşıyor, bu gücü birleştirerek tüm terör örgütleriyle daha etkili mücadele edeceğimize inanıyoruz" açıklamasını yaptı.  
Suudi devlet ajansı SPA koalisyonun, “şekli, mezhebi ve ismi ne olursa olsun yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran, insanları korkutan ve öldüren silahlı terör örgütlerine karşı oluşturulduğu” belirtildi.
  • Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'in Suriye'ye IŞİD'e karşı savaşmaları için özel kuvvetler gönderebileceğini söyledi. Türkiye bu güce destek vereceğini deklare etti. Suriye krizinde Arabistan ve Katar ile birlikte hareket eden Türkiye; “İslam Ordu Gücü - Teröre karşı İslam İttifakı” gücü içerisinde yeni bir manevra alanı elde etmiş oldu.

Türkiye Ulusal güvenliğini ve çıkarlarını korumak için ne yapabilir?

Türkiye; “bir taraftan Rusya’nın tacizleriyle savaşa zorlanırken, müttefiki ABD ile de PYD konusunda itilafa düşüldüğü, zor bir süreç yaşıyor.”

Bu durumda ya "içine kapanıp, olan bitene seyirci kalınmalı veya bir karşı manevra geliştirilmeli"  seçeneği haricinde 3 ncü bir yol bulunmuyor. Suriye için o kadar gürültü kopardıktan sonra; - ulusal güvenlik kaygısı - bir yana, siyaseten AKP’nin olan bitene seyirci kalması “çaresizlik ve acizlik görüntüsü vereceği için" bu seçeneğin takip edilmesi düşük ihtimalde görülüyor.

Türkiye;

Ulusal güvenliğini tehdit eder bir noktaya gelen Suriye iç savaşında; "ulusal çıkarlarını korumak zorunda. Bu yüzde olup bitene seyirci kalamaz." Bölgedeki müttefikleriyle işbirliği içerisinde, müşterek veya tek başına bir yol izlemeyi zorunlu kılıyor. 

Bu durumda muhtemel hareket tarzını şöyle düşünebiliriz:


Buradaki sılama önem derecesine göre yapılmamıştır.

Birinci İhtimal;

1.Mevcut şartlar nedeniyle, Türkiye doğrudan Suriye’ye yönelik bir askeri operasyon içinde yer almaz.
2.Suriye’ye asker gönderebileceğini deklare eden Suudi Arabistan öncülüğündeki “İslam Ordusu”na,  Türkiye lojistik destek,  Karargah ve üs sağlayabilir.
3. Burada oluşturacak müşterek karargah Türkiye'nin dışarda kaldığı; Arabistan ve işbirliği yaptığı diğer ülkelerin destek verdiği Suriye operasyonunu yönetebilir. 
4. İslam Ordusunun; "Suriye Muhaliflerine” vereceği destekle, muhaliflerin imha süreci durdurulabilir ve stratejik denge kurulabilir.
5.Türkiye sınırındaki mülteciler ileri sürülerek Suriye içinde “Güvenli Bölge” bu oluşum vasıtasıyla hayata geçirilebilir.
6. Öte yandan ABD-PYD/PKK işbirliğine karşı Türk Hükümeti uygulayabileceği diplomasi marifetiyle "öngörülemez tedbirler geliştirilebilir.” Ve ABD'nin Türkiye tezlerine yakın, arzu edilen çizgiye gelmesi zorlanabilir.

“İslam Ordu Gücü - Teröre karşı İslam İttifakı” aracılığıyla bir müdahale zor olsada, Türkiye ve Arabistan'nın Suriye'de sıkışması durumunda hayata geçirilmesi  olanak dahilinde olabilir.


İkinci İhtimal;


Türkiye, Suriye muhalifinin en önemli destekçisi olan Suudi Arabistan ile müşterek Suriye harekâtına katılabilir. 

Ücüncü İhtimal;

Savaş siyasetin başka bir şekliyle uygulanmasıdır. Eğer Türkiye, ulusal çıkarlarını korumak ve sürdürebilmek konusunda müttefiklerinden yeterli bir destek bulamaz ise, tek taraflı olarak Suriye ye müdahale edebilir. 
Her ne kadar Rusya'nın bu durumu kabul etmeyeceği düşünülse de, savaşı göze almış bir Türkiye'ye karşı Rusya daha temkinli davranacağı da olanak dahilindedir.
Bu duruma ışık tutması bakımından  eski Şam Büyükelçisi Robert Ford’un şu sözünü hatırlatmak gerekiyor:
 “Amerikalılar Suriye’nin çok uzakta olduğunu düşünüyor. Bu yüzden Suriye onlar için, Türkiye için olduğu kadar büyük bir sorun değil. Ankara’daki yetkililere sorsak, Türkiye Meksika’daki uyuşturucu savaşları sorununu çözmek için ne kadar yardımcı olurdu? Meksika, ABD için acil bir sorun haline gelebilir. Amerika’nın güneyine gittiğinde, basit bir çitin ardından çıplak gözle hemen yakındaki Meksika kasabasını görebilirsin. Türkiye’nin de Suriye’de ABD’nin olduğundan daha fazla çıkarı var. ”

Sonuç ;

  • Türkiye ulusal çıkarlarını ve ihtiyaçlarını öne alan, ulusal güvenliğin zorunlu kıldığı  "Milli bir Politika"   izlemeli, ABD, Rusya nede başka bir gücün talep, beklentilerine veya baskılarına göre yön verilmemeli, 
  • Yaşanan gelişmeler ışığında  reel politika da  bu durumu   (ABD ve Batı müttefiklerine güvenilerek bir pozisyon alınamayacağını)  "Milli bir Politika"  nın takip edilmesini zaten zorunlu kılıyor.
  • Rejim muhaliflerini birleştirme konusundaki çabalar artırılmalı ve bu yöndeki insiyatif muhafaza edilmeli,
  • İslam Ordusu'nun Suriye'ye müdahalesi (yukarda açıklanan hedeflere ulaşılması açısından) desteklenmeli,   
  • Suriye'de işbirliği yaptığı ülkelerle elbirliği içinde PKK/PYD nin siyasi manevra kazanma alanları daraltılmalı (Cenevre  görüşmelerinde PYD dışarda tutulması bu duruma iyi bir örnek oldu)
  • Bölge ülkeleri ve İran karşıtı ülkelerle ilişkiler geliştirmeli, bu kapsamda İsrail ile ilişkilerin düzeltilmesi düşünülmeli,
  • Rusya'nın Ukrayna ve Kafkasya'da zaafları değerlendirilmeli, Rusya'nın PYD/PKK ya sunduğu destek karşılıksız bırakılmamalı, örtülü ve gizli operasyonlarla  muhalif gruplar desteklenmelidir.