7 Ağustos 2013 Çarşamba

AKP ve Suriye İç Savaşı

 Baas Partisinin yönetimi ele geçirmesi; “Pan-Arabizm ve Sosyalizm”

Suriye İkinci dünya savaşı sonrasında Fransa’dan bağımsızlığını kazandı. Ciddi iç kargaşa ve siyasi istikrarsızlık sonrasında Baas Partisi Suriye yönetimini ele geçirdi. Baas Partisinin; Pan-Arabizm ve Sosyalizm olmak üzere iki dayanak noktası vardı. 

Rusya ile çok yakın ilişki kurulması.

Baas rejimi, Rusya ile yakın ilişkiler kurdu ve bu şekilde iktidar gücünü pekiştirdi. İdeolojik yönü bir tarafa, İsrail’in saldırgan tutumu Suriye’yi zaman içinde Rusya’ya daha da yakınlaştırdı. Rusya ile yakınlaşan Suriye, bölgede ABD-İsrail işbirliğine karşı Rusya desteği ile bir çıkış yolu bulmuş oldu. 


Rusya’da; Suriye’nin “anti-emperyalist” ve “anti-batıcı” söylemlerini diğer Ortadoğu ülkelerine yayarak, ABD öncülüğündeki Batı'nın mevzi kaybetmesini sağlamak, Suriye’deki askeri üslenme ile Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da varlığını daim kılmak istemiştir.

“ABD-İSRAİL-TÜRKİYE” İttifakına Karşı SURİYE - RUSYA İşbirliği içinde  PKK kurularak cevap vermiştir.
1980'li yıllarda gelişen “ABD-İSRAİL-TÜRKİYE” işbirliğine karşı Türkiye’yi cezalandırmak isteyen Rusya, Kürt ayrılıkçılığını kışkırtmış “Kürdistan İşçi Partisi-PKK”nın kuruluşunda ve gelişmesinde belirleyici rol üstlenmiştir. Lübnan- Bekaa’da üstlenen PKK terör örgütüne Suriye kanalıyla her türlü desteği vermiştir. Rusya’nın peyki halinde gelen Suriye, Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan PKK terör örgütüne açıkça destek vermiş ve düşmanca tavır koymuştur.

Rusya’daki 1991 dönüşümden sonra Suriye, uluslararası denklemde yeni arayışlara girdi ancak başarılı olamadı. Eski gücünden uzaklaşan Rusya’nın kendi içine çekilmesi, Suriye’yi dış saldırılara ve müdahaleye açık hale getirmiş oldu. 

Petrol zengini Arap ülkeleri, Türkiye, ABD ve İsrail Baas rejiminin devrilmesi için harekete geçtiler. 

Suriye’deki mezhepsel ve etnik farklılık Baas rejiminin yıkılması ve Suriye’nin iç savaşa sürüklenmesi için kullanılan argüman oldu. Ve Suriye hızlı bir şekilde iç savaşa sürüklendi. Dış destek alan muhalifler Mart 2011 de Baas rejimini devirmek ve “Özgür Suriye Devleti”ni kurmak için silahlı isyana başladılar. 

Suriye'ye; Rusya,İran Hizbullah koşulsuz destek açıkladılar. 

Suriye’de karışıklıkların başlaması üzerine; Rusya-İran-Irak-Lübnan (Hizbullah) Suriye’ye koşulsuz desteklerini açıkladılar. İran askeri destek verdiğini ilan etti. Hizbullah, Suriye Ordusu yanında muhaliflere karşı savaşa dâhil oldu.

Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin Suriye’ye yönelik yaptırım tasarılarını her defasında Veto ettiler. Geçen 2 yıllık süre içerisinde muhalif gruplar Suriye Ordusu’na karşı kesin ve sonucu belirleyici bir başarı elde edemediler. Şu ana kadar;  El-Kaide uzantılı kökten dinci gruplar ile PKK ve Barzani destekli Kürt ayrılıkçı PYD unsurları öne çıkan başarılar elde ettiler.

Suriye İç savaşında Bölge Ülkelerini Durumu Kısaca Şöyledir:

İran; Irak-Suriye-Hizbullah çizgisinde Şii kuşağının devam ettirilmesi, özelikle İsrail üzerinde bu şekilde bir baskının devam ettirilmesi amacındadır. Bu durum İran’nın milli çıkarları açısından hayati önemdedir. Fark edileceği gibi İran öncülüğünde oluşturulan Şii kuşağı, İsrail'in güvenliği ve ABD çıkarları açısından  istenmeyen bir işbirliği ve ittifak durumudur.

Rusya; Akdeniz'e bir çıkış kapısı olarak görmekte, Lazkiye limanında daimi bir askeri güç konumlandırmakta. Ordadoğu'da var olabilmesi için Suriye rejiminin ayakta kalması gerekmektedir.

Arap ülkeleri; Baas rejimi ile mezhepsel farklılığı olan ve ABD güdümlü petrol zengini Katar, Arabistan ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin devrik liderlerinden Muhammed Mursi gibi  ülkeler Baas rejiminin yıkılması, kendileriyle aynı mezhepten bir rejim gelmesi için muhalif gruplara destek vermişlerdir.  Mısır’da Mursi’nin devrilmesi ardından yeni yönetim Suriye'ye karşı tarafsız bir tutum takınmıştır. Suriye’de El Kaide bağlantılı grupların varlığını hissettirmeleri üzerine, ABD’den çekinen Katar ve Arabistan eskisi kadar muhaliflere destekte istekli görünmemektedirler.
İsrail; işgal ettiği Suriye topraklarında kalıcılığını daim kılmak,  iç sorunlarıyla uğraşan bir Suriye’nin İsrail güvenliğine tehdit olamayacağı diğer yandan Baas rejiminin yıkılması durumunda Hizbullah ve İran gibi baş düşmanı koalisyonun parçalanması gayesine girmiştir. 

ABD; bir taraftan İsrail’in güvenliğini sağlamak, İran ile işbirliği içerisinde olan Suriye’yi çökertmek ve Rusya’nın müttefik halinde olan Baas rejimini devirmeyi amaçlamıştır. Ancak, son noktada EL-KAİDE bağlı veya yakın kökten dinci grupların Suriye muhalifleri arasında var olması ve etkinlik göstermesi, ABD’nin Suriye muhaliflerine desteğini gözden geçirdiği görülmektedir. Tüm bu yüzden Türk kamuoyunda; Türkiye’nin, Suriye iç savaşında yalnız kaldığı, izlediği politika ile sadece kendisine zarar veren bir ülke olduğu tartışmalarına neden olmaktadır.   

Türkiye; Suriye’deki iç kargaşanın devamı ve sürdürülmesinde en aceleci ve tarafgir ülkelerden biri olmuştur. Kısa sürede Esad rejiminin çökeceği hesap edilmiştir. Suriye’deki BAAS rejimin devrilmesinin Türkiye’ye ne gibi çıkarlar sağlayacağını AKP hükûmetinin bile bildiği bilinmemektedir. Türkiye, İsrail ve ABD ve koyu ümmetçi Arap ülkeleri ile aynı blokta yer almıştır. Bu destekle neler amaçlandığı bilinmezliklerle doludur. AKP Hükümeti’nin desteklediği muhalif gruplar arasında kökten dinci El-Kaide’ye yakın örgütlerinde olması ayrı bir bilinmezliği ve tutarsızlığı göstermektedir.

Türkiye'nin Suriye politikası komşular ile ilişkilerini bozmuştur.

Türkiye’nin Suriye’nin iç sorunlarına müdahil olması, İran ve Irak ile ilişkileri bozmuştur. Suriye rejimi ile sıkı ilişkileri olan İran ve Irak, Türkiye ye açıkça tavır koymuşlardır. AKP hükûmeti bu sıkışıklığı Barzani yönetimi ile ilişkileri geliştirerek aşma cabasına girmiştir. Diğer yandan PKK ile görüşmelere sürdüren AKP, stratejik bir denklemde ABD desteği ile bu sorunları aşacağı öngörüsü ile komşu ülkelerle işbirliğini önemsemediğini göstermektedir.

Çözüm süreci olarak halka lanse edilen bu görüşmelerde  teslimiyetçi bir siyasetin“ izlediği, PKK’nın isteklerinin yerine getirilmemesi durumunda terör eylemlerinin başlayacağı örgüt sözcüleri tarafından deklare edilmektedir. Öte yandan PKK konusunda geçmişte belirleyici rol üstlenen başta Rusya ve komşu İran ve Irak’ı dışlayarak PKK ile mücadelede ne kadar başarı sağlanacağı da ayrı bir konudur. 

Diğer yandan PKK’nın yan kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD)’nin Kuzey Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi oluşturma tehdit ile karşı karşıya kalınmıştır. İran ve Irak’a cephe alınarak sürdürülen Suriye krizinde; PYD’ye en büyük destek AKP’nin işbirliğini zirveye taşıdığı ve parti kongresine davet edilen Barzani’den gelmektedir.

Dış politika tercihlerinde yanlış müttefikler seçmesi Türkiye'nin yanlızlığa ve daha karmaşık iç ve dış sorunlarla karşılaşmasına yol açmaktadır.

Türkiye özellikle komşularla ilişkilerde jeopolitiğe aykırı bir politika yürüttüğü görülmektedir. Bunun en belirgin nedenlerinden  biri siyasi iktidarın; Türkiye'deki "iç dinamikleri kontrol altına alma" ve "ılımlı islami çizgide iktidar gücünü dizayn etme" isteğinde ABD'ye duyduduğu zorunlu ihtiyaçtır. Bu zorunluklardan dolayı Türkiye dış politikada " bağımsız ve ulusal çıkarların zorladığı" bir seçimden ziyade, ABD orijinli bir çerçeve dışına çıkamamasıdır.

Suriye krizinde takip edilen politika, Türk kamuoyundan yeterli desteği almamaktadır. Hükûmetin Suriye politikası  gelinen noktada; "milli çıkarları ve ulusal güvenliği riske atan, belirsizliklerle dolu, sonu belli olmayan bir maceraya sürüklendiğini göstermektedir".

20 Haziran 2013 Perşembe

Almanya Başbakanı Angela MERKEL- Tayyip ERDOĞAN Rekabetinin İçyüzü ?


Almanya, Türkiye için çok önemli bir ülke.

Almanya’da 5 milyon Türk yaşıyor. Aynı şekilde 5 milyon Alman Türkiye’ye her yıl turist olarak gelmekte. Almanya, Türkiye'nin ihracatında 1. sırayı alırken, Türkiye'nin ithalatında da enerji ithalatı dışında 1984 den beri 1. sırayı korumakta. Almanya'dan Türkiye'ye irili ufaklı 4 bin kuruluşun yatırımı bulunuyor.
Almanya, Türkiye'nin AB ye üyeliğine karşı duruyor.

Almanya’da 1998 seçimlerinden sonra koalisyon halinde Hristiyan Demokrat Parti iktidarı geldi. Hristiyan Birlik Partileri, Türkiye’nin AB üyeliğine şiddetle karşı çıkmaktalar. Parti tabanının dayandığı seçmenlerin isteğine paralel olarak Angela Merkel; Türkiye’nin “Ayrıcalıklı Ortak” olarak AB’ne girebileceği tezini ortaya koydu. Angela Merkel’in AB tam üye kapısını kapatması üzerine, Başbakan Tayyip Erdoğan; “Alman vakıfları PKK’ya maddi yardım sağlıyor” açıklamalarıyla Almanya’yı sıkıştırmaya çalıştı. Almanya bu açıklamaları fazla ciddiye almadı, ilişkileri germedi. Erdoğan’ı doğrular tarzda Alman Gizli servisi yılda 400 milyon doların PKK'ya aktarıldığını açıkladı.
Türkiye’nin ciddi ekonomik başarı göstermesi, Suriye krizinde AB ve ABD paralel politika izlemesi nedeniyle AB sürecinde olumlu havanın da esmesine neden oldu. Merkel, Türkiye'nin iyi bir yolda olduğunu ve hemen yanı başındaki Yunanistan için güzel bir örnek oluşturduğunu dile getirdi. “AB sürecinde ve ikili ilişkilerde artık imtiyazlı ortaklık kavramını kullanmayacağını altını çizdi. Bir zamanlar IMF'nin gözetiminde olan Türkiye ekonomisinin sağlıklı bir şekilde ilerlediğini belirten Merkel, AB müzakerelerinde açılacak yeni başlıklarda Türkiye’ye destek vereceklerini kaydetti.” Koalisyon ortağı Hür Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’de benzer demeçler verdi.
Gezi olayları AKP ye muhalefeti artırdı.

Ancak; en son gelinen Taksim-Gezi Parkı gösterilerinde Alman kamuoyu ve medya konuyu gündeme aldı ve eleştirel mahiyette ciddi tepki verdi. 
Almanya'da; Gezi Parkı olayları öncesinde Türkiye’nin AB ye girişine olumlu bakan %45 seçmen oranının, %30 lara düştüğü söylenir oldu. Tayyip Erdoğan’ın; “İnsan hakları ve Batı ile olan ilişkiler konusunda, demokratik değerlere bağlı olmayan çok sert bir politika izlediğini savunularak, açıklık ve hoşgörü unsurları içeren bir yol izlenmediği” eleştirileri getirildi.
Angela Merkel, Türkiye hükümetinin Gezi Parkı protestolarına karşı yaklaşımının kendisini “dehşete düşürdüğünü” söyledi. Dışişleri Bakanı Guido westerwelle ise; “hem Türkiye'nin hem de kendilerinin Avrupa Konseyi üyesi olduğuna dikkat çekerek, konu insan hakları olduğunda bunun “içişlere müdahale” olarak değerlendirilemeyeceğini” belirtti.
Angela Merkel'in partisi CDU'nun parti programı taslağında daha önce dile getirilen Türkiye ile Avrupa Birliği arasında tercih edilen ilişki olarak “imtiyazlı ortaklık” terimi kullanılmadı. Türkiye’nin “AB'ye katılma kriterlerini yerine getirmediği, büyüklüğü ve ekonomisinin yapısı sebebiyle AB'ye yük olacağı savıyla,  Türkiye'nin AB üyeliğine tamamen karşı çıkıldı.
Almanya Eylül ayında seçimlere gidecek. Almanya’da mevcut iktidar parti seçmenleri zaten Türkiye’nin AB üyeliğine çoğunluk oranında karşı çıkıyor. Gezi Parkı olaylarında Tayyip Erdoğan'nın tutumu, başta Angela Merkel olmak üzere Alman siyasetçilerine ciddi bir koz ve manevra alanı vermiş oldu.  
Türk Hükûmetinin Gezi Parkı olaylarına müdahale yöntemini ve göstericilere Polisin güç kullanılması yöntemi, “Demokratik değerlere, kişi hak ve özgürlüklerine ve AB kriterlerine uygun olmadığı” savıyla eleştiri getirilmekte, karşı çıkılmaktadır. Bunu fırsat bilen başta Angela Merkel olmak üzere Alman iktidar Partisi yöneticileri; “seçim yatırımı yapmak, kendi tabanına mesaj vermek, iç kamuoyunu etkileme” adına bu durumu politik bir malzeme olarak kullanmaktadır.
Almanya’da mevcut koalisyon Partileri iktidarı sürdüğü sürece; Türkiye-Almanya ilişkilerinde AB konusunda bir ilerleme ihtimali çok uzak görülmektedir. Bu durumda yani AB süresinden uzaklaşmış bir Türkiye'de; demokratikleşme hız kesecek,   demokratik değişim ve  dönüşüm ile insan hak ve özgürlükleri konusunda  beklenen iyimserlikten uzak  bir dönem yaşanabilecektir.


13 Haziran 2013 Perşembe

AKP, Meydanı Yener mi?


Başbakan Tayyip ERDOĞAN her seçimde galip geldi ve oy oranını artırdı.

Lider özelliği, halkın nabzını tutma ve taraftarlarının beklentilerine cevap veren hükûmet etme becerisi Tayyip Erdoğan’ın popülaritesini korudu. En son seçimde %50 oy oranıyla iktidarını tartışmasız güçlendirdi. AKP, iktidarı süresinde Türkiye’de azımsanamayacak gelişmelere imza atıldı. Siyasi istikrar sağlayan Türkiye, en nihayetinde dünyanın 17 nci büyük ekonomisi oldu. Ancak, hızla büyüyen Türkiye demokratikleşmede aynı eğilimi gösteremedi. Seçimle iş başına gelen AKP lideri zamanla otoriter bir yönetimi benimser göründü.

Siyasi iktidarının gücünün farkında olan ve zamanla güç-iktidar sarhoşuna kapılan Tayyip Erdoğan muhalif kesimlerin sesini gerektiği kadar dinlemedi, önemsemedi. İktidar olduğu 10 yılda hem içerde devlet kurumlarında hem de dış politika ilkelerinde alışılmışın dışında ciddi değişimlere yöneldi. Bu değişim sürecinde de muhalif halk yığınları ile işbirliği yapma için hevesli görünmedi.  

AKP bakış açısına uygun olan bir nevi "Düşük yoğunlukta devrim” gerçekleştirildi.

İçerde;  AKP nin yüklendiği siyasi vizyona uygun olarak  “devlet sistemini değiştirme ve dönüştürme” çabalarında tavizsiz bir tutum sergilendi.  Bir nevi  “düşük yoğunlukta devrim” olarak ta ifade edilebilecek dönüşüm ve değişim gerçekleştirildi.

Devletin genleri ile oynandı ve kuruluş ilkeleri tartışmaya açıldı.

Başta eğitim, sağlık ve adalet sisteminde köklü değişikliklere gidildi. Laik sistemin ve Atatürkçü Düşüncenin yenilmez ve yıkılmaz bekçisi olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeli arasında yargılamalar yapıldı. Birçok general ve subay tutuklandı ve adalet önünde, iddia makamının suçlamalarına karşı kendini savunma yapmaya mecbur edildi. Devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti (TC) nin kaldırılması muamması yaşandı. Atatürk'ün kurduğu ulus devlet tartışmaya açıldı.  Ulusal günlerin kutlanış tarzı değiştirildi. Bu şekilde Atatürk'ü itibarsızlaştırma veya  unutturulmaya çalışıldığı ileri sürüldü.
Toplumsal muhalefet yok denilen düzeye indi veya susturuldu. 

Tüm bu değişim ve dönüşüm; asgari %50 gibi bir seçmen kitlesinin suskunluğu içerisinde gerçekleştirildi. Demokrasilerde vazgeçilmez olan, toplumsal muhalefet yok denilen düzeye indi veya susturulmuştu. Muhalif çizgide olan sivil toplum kuruluşları, yazılı ve görsel medya asgari düzeye inmiş yok olmuştu. Birçok gazeteci işinden oldu veya TV programlarından uzaklaşmıştı.
Hükûmet uygulamalarından hoşnut olmayan kitlenin sokakta yaptığı gösteri ve eylemlere karşı, polis tahammülsüz davrandı. Daha öncelerinde öğrenci, şehit yakınları ve toplumun duyarlı kesimlerinin protesto gösterilerine polisin müdahale yöntemleri her türlü eleştiriye rağmen olanca hızla devam etti.
Aslında ülkemizde kim iktidarda olursa olsun,  muhalefete karşı bir hoşgörüsüzlük geleneği vardı. Ama, zaman eskisi gibi değildi. Küresel iletişim çağında, insan hak ve özgürlüklerine daha duyarlı olunan günümüz dünyasında,  AB adayı Türkiye'de AKP den daha hoşgörülü bir yaklaşım beklenmekteydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan; Türk siyasal sistemini kökten değiştirmeye el attı. Başkanlık sistemine geçilmesini, Türk kamuoyunun gündemine soktu.

Yukarda kısaca açıklanan devletin değişimi ve dönüşümü ile yetinmeyen Başbakan Tayyip Erdoğan; Türk siyasal sistemini kökten değiştirmeye el attı. Başkanlık sistemine geçilmesini, Türk kamuoyunun gündemine soktu. Muhalif gruplarca "Sultan-Padişah" olma özlemi olarak eleştirilse de, gücünün zirvesinde olduğunun bilinciyle; halk oylamasıyla yeniden yazılan Anayasa’nın onaydan geçeceği ve bu suretle de “ ilk Türk Başkanı” olacağı, anayasal teminatlarla da yıllarca ülkemizde kan döken PKK terörünün de bitirileceği öngörülmekteydi.
Öte yandan her geçen gün;  kişi hak ve özgürlüklerine müdahale edildiği, laik yaşam tarzının tehlikeye düştüğü, Atatürk ve devrimlerine saldırı olduğunu düşünen ancak, “iktidar olma” imkanı yakın bir gelecekte ihtimal olmayan azınlık, AKP iktidarına ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a kızgın ve sevgi beslemeyen bir muhalefet göstermekteydi. Yapılan veya düşünülen yasal ve idari düzenlemelerde; muhalif grubun düşünce ve önerilerinin AKP iktidarı tarafından dikkate alınmadığı kanısı hakimdi.
Gezi Parkındaki düzenleme toplumsal muhalefet (ÇAPULCU)  fitilini ateşledi. 

İstanbul-Taksim meydanını yeniden düzenleme projesi kapsamında Gezi Parkındaki düzenleme fitili ateşledi. Ağaçların kesilmesini çevre duyarlılığı içerisinde önlemek amacıyla birkaç gencin başlattığı protesto polisin sert ve acımasız müdahalesi ile karşılık buldu. Başbakan Tayyip Erdoğan, orada masum demokratik hak arama ve gösteri yapan kitleyi “ÇAPULCU” olarak lanse etti. Oysa ki, KONDA' nın en son yaptığı araştırmada Gezi Parkı eylemine katılanların %45 üniversite mezunu, %15 Master ve daha üst düzeyde eğitim görmüş, çoğunluğu hiçbir partiye üye olmayan insanlar olduğu açıklanmıştı. 

Başbakan Tayyip Erdoğan Çapulculara meydan okudu.
Başbakan Tayyip Erdoğan; Fas dönüşünde İstanbul’da ve Ankara Havalimanı’nda halka seslendi. Başbakan daha önce %50 zor tutuyorum demişti. Kalabalığın; “Yol ver geçelim.. Taksim’i ezelim.”,“Azınlık şaşırma.. Sabrımızı taşırma..” sloganları barışı ve hoşgörüyü değil çatışma dilini ifade ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı kısır, iç politika çekişmesine sürüklenmiş,  sert demeçler veren, diyalogdan uzak bir görünüm vermekteydi. Düzenlemeden vazgeçilmeyeceğini, Topçu Kışlasının yapılacağını, AKM ninde yıkılacağını ayrıca birde Cami  yapılacağını ilan ediyordu.
Başbakan hala büyük resmi görememiş gibiydi. Geniş halk kitlelerinin;  “istek ve duyarlılıklarının dikkate alınmadığı savıyla”  iktidarına karşı bir başkaldırıya yöneldiği, buna da Gezi Parkı gösterilerinde Polisin sert tutumunun ilham olduğu ve tüm Türkiye’ye yayıldığı gerçeğini göz ardı etmiş görünüyordu.
Taksim-Gezi Parkına karşı polisin sert müdahalesi, Başbakan Tayyip Erdoğan’nın aynı sertlikle çıkışı tüm dünyadan tepki çekti.  

Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere yabancı basın ve devlet adamları konuya ilişkin demeçler verdi. Göstericilerin demokratik taleplerine saygı gösterilmesi, polisin şiddet uygulamaması istendi. Örnek olması açısından bir kısım beyanları hatırlatmak gerekirse;
        Devlet Adamları beyanları;
Avrupa Parlamentosu; “İstanbul Gezi Parkı protestolarında polisin aşırı güç kullanmasını kınayan bir karar tasarını onayladı. Kararda, barışçıl protestoculara karşı sert yöntemlere başvurulmaması istendi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a birleştirici ve uzlaşmacı bir tavır sergileme çağrısı yapıldı. "Başbakan Erdoğan'ın uzlaşma yolunda adım atma, özür dileme ve tepkileri anlama konusundaki gönülsüzlüğünün üzüntüyle karşılandığı" belirtildi.
Birleşmiş Milletler Sözcüsü Martin Nesirsky; “Genel Sekreter Ban Ki-Moon’un Türkiye’deki protesto eylemlerinde gösteri ve ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesi gerektiğini yönündeki çağrısını duyurdu.”
Beyaz Saray sözcüsü Caitlin Hayden; “Türkiye’deki gelişmeleri kaygıyla izliyoruz. Çıkarlarımız ifade özgürlüğü ve barışçı gösteri düzenleme hakkı da dahil, toplanma özgürlüğüne destek olma yönündedir.”
Eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey; Türkiye'nin Gezi Parkı konusunda Avrupa'ya yaklaşımı eleştirerek şu ifadeleri kullandı: Türkiye'yi kastederek 'Tabi ki iç işlerinize karışırız'. “Türkiye'nin 'İç işlerimize nasıl karışma cüreti gösterirsiniz' şeklinde bir tavır koyuyor. Evet gösteririz çünkü siz bu topluluğun bir üyesisiniz. Kendinizi izole edemezsiniz, mürekkebinin silindiği 150-200 yıllık Viyana Kongresi'ni ortaya koyup, 'İç işlere karışmazsınız' diyemezsiniz. Türkiye de sürekli ABD hakkında konuşuyor, ve bu iyi bir şey. Memnuniyetle karşılıyoruz ama gelişmiş bir ekonomi ve demokratik bir ülke olmanın gereği bu ve büyük bir problem olmamalı. Oyunun kurallarına karşı durmak biraz endişe verici.”
Almanya Başbakanı Angela Merkel; “Ülkenin sorunları gençlerle masaya oturulup görüşülmeli ve protestoculara karşı şiddet uygulanmamalı. Gösteri yapma hakkı hukukla yönetilen bir ülkenin parçasıdır ve göstericilere hukuki yollarla müdahale edilmelidir. Umarım Türkiye de bunu yapar.”
Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle; “İstanbul'dan gelen görüntüler çok rahatsız edici. Türk hükümeti dünyaya yanlış bir mesaj gönderiyor', Başbakan'ın düşünce özgürlüğü ve miting yapma hakkına saygı duyması gerektiğini, Başbakan'ın Gezi Parkı'ndaki durumu Avrupa hukuku ve barışçıl diyalog yoluyla çözmesini umuyoruz”
Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius; “Türk hükümeti Gezi protestocularına karşı sertlik ve belki de çürüme (kendi kendine çözülme) kartını” oynuyor. Hükümeti diyalog kurmaya, tarafları da sükunet ve itidale davet ediyoruz. Avrupa’nın görmeyi arzu etmediği bir dizi uygulama olduğu da bir gerçek..”
          Avrupa basınında çıkan yorumlar;
Avusturya Der Kurier gazetesi yorumunda;Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın tutumuyla kaybeden taraf olduğunu yazıyor: “Türkiye Başbakanı bir Muammer Kaddafi veya Hüsnü Mübarek değil, ama Tayyip Erdoğan da Arap Baharı'ndan hiç ders çıkartmamış. Boğazların Hükümdar'ı - şimdi Taksim Meydanı'nda yaptığı gibi - demokrasi ve daha fazla katılım taleplerini ezip geçiyor. Elbette barışçıl protesto etmeyenler de var. Ancak çoğunluk barışçıl eylem yapıyor ve Erdoğan'ın sisteminden bıkmış durumdalar. Liberal ve laik güçlerin artık sabrı taştı. Özellikle gençler, sivil toplum ayaklanması deniyor. Erdoğan sert tepki vererek zaten şimdiden kaybetti. Taksim Meydanı'ndaki kavga nasıl sona ererse ersin, ‘Rambo' gibi davranan bir başbakan uluslararası camiada tecrit olacaktır.“
İngiliz Guardian gazetesi yorumunda; "Taksim hiçbir zaman Tahrir olmadı çünkü Türkiye bir diktatörlük değil. Kusurları olsa da, hukukun gücü erimiş olsa da, azınlıkların hakları ihlâl ediliyor olsa da, basın baskı altında ve yönlendirilmiş olsa da Türkiye bir demokrasi. Bir diğer önemli nokta ise, bu, Erdoğan'ın iddia ettiği gibi, Batı'nın bir komplosu da değil. Geçen hafta bir Türk yorumcuya, yaşananlar karşısında Avrupalı liderlerin ne yapması gerektiğini sordum. Bana 'Hiçbir şey. Bunu Türklere bıraksınlar" dedi. O zaman ona hak vermiştim. Ama artık böyle düşünmüyorum. Halkına bu zorbalığı yapan Erdoğan'a karşı Avrupalı liderler seslerini yükseltmeli."
Danimarka Jylands-Posten gazetesi; "Erdoğan'ın zamanı daralıyor. Huzursuzluklar bir Türk Baharı'nın alameti mi? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Mısır'ın devrik Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'le aynı kaderi mi paylaşacak? Şu an durum öyle görünmüyor ama iş bu aşamaya gelebilir. Erdoğan artık güvenilir bir politikacı değil, halkı giderek ondan daha fazla korkuyor. Demokrasiyi, insan haklarını ve düşünce özgürlüğünü değil, tam tersine otoriter bir yönetim tarzını savunuyor. Erdoğan'ın ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bütün ulusa İslamcı-muhafazakâr değerleri yerleştirmeye çalıştığı endişesi mevcut. Erdoğan ve partisi şimdi neler olup bittiğini anlamıyorlarsa, o zaman Türkiye'nin ve bizzat Erdoğan'ın ciddi bir sorunu var demektir. Erdoğan'ın verdiği sözleri tutarak halkla  işbirliği içinde çalışmasının tam zamanı."
İngiliz Financial Times'ın yorumunda; “Erdoğan, bir cumhuriyetin başbakanı. Oylarını arttırarak üç seçim kazandı. Eğer kendisini Tanrı'nın Türkiye'ye ve Müslümanlara bir lütfu olarak görüyorsa, bu yine de onu Hüsnü Mübarek ya da Çin'in Komünist liderleri gibi bir siyasetçi yapmaz. 10 yılın ardından Erdoğan'ın iktidar sarhoşluğunda olduğunu yazan David Gardner, Erdoğan kendisini Atatürk'le bir tutuyor. Atatürk muhteşem bir komutandı. Erdoğan ise, artık son savaşını veren bir komutana benziyor. Taraftarlarına, 'büyük resmi görme' çağrısı yapıyor, ama asıl kendisi hikayenin ana fikrini kaçırmış durumda."
BBC'nin İstanbul muhabiri Mark Lowen; “Başbakan Erdoğan'ın 'daha fazla hoşgörü göstermeyeceğim' uyarısının ardından polisle göstericiler arasında çatışmanın yeniden başladığını dile getirdi. Yazar, 'Türkiye, derin bir krizin içinde, gideceği yol konusunda kararsız, nüfusun büyük bir bölümünün yabancılaştırıldı ve bu kalabalığın biber gazıyla yıldırılamayacağı belli oldu diye yazdı. BBC muhabiri, 'dünyanın en kilit Müslüman demokrasilerinden  biri tehlikeli sularda.”
Alman Berliner Zeitung; "Erdoğan sayesinde Türkiye'yi Müslüman bir Asya ülkesi olarak gören ve bu nedenle Avrupa'ya uygun olmadığını düşünen ve ona "imtiyazlı ortaklık" teklif eden ülkemiz politikacılarına destek artıyor. Ancak Ankara'daki sultana karşı gelen sivil toplum ise onları yalanlar nitelikte. Yaşanan bu iki haftanın ardından Türkiye artık o eski Türkiye değil."
Lübnan’da yayımlanan Daily Star gazetesi; “Türkiye’deki gösteriler, Arap İslamcıları tedirgin ediyor” başlığını kullandığı Kahire mahreçli haberinde analistlere dayanarak “Türk kentilerini sallayan laik yanlısı gösteriler, Arap dünyasında dalgalamalar yarattı ve Türkiye’yi siyasi İslam’ın başarılı bir modeli olarak öven İslamcı liderleri tedirgin ediyor.”
Çapulcu hareketi sonunda Başta Tayyip ERDOĞAN olmak üzere bir başarı öyküsü olan AKP, ciddi ve azımsanamayacak bir yara almış,  Başbakan Tayyip Erdoğan'nın imajı zedelenmiş, "Ok Yaydan Çıkmıştır."

Avrupa ve Dünya  Medyası olaylara yakın  ilgi göstermiş Tayyip Erdoğan’ı halkıyla barışık olmayan, iletişime kapalı, gösteri yapma gibi demokratik tepkisini polisiye tedbirlerle susturan bir dikta rejimine benzetir eleştiriler getirilmiş ve devlet yetkilileri de sanki 3 ncü dünya ülkesiymişiz gibi Türkiye’nin iç işlerine müdahale eder tarzda çağrıda bulunmuşlardır.

Bir AKP' li Durumu Özetledi.


AK Parti İzmir eski İl Başkanı Ömür Kabak, bir internet sitesindeki köşesinden, "Sayın Başbakanım siz bu milletin babası veya ahlak öğretmeni değilsiniz. Başbakan olarak tüm yasal hak ve yetkileri sonuna kadar kullanmanız hakkınız ve göreviniz, ama halka kendi dini ve ahlaki değerlerinizi dikte etmeyiniz. İçki örneğiyle söylersem, içkinin dinimizce haram olduğunu, sarhoşluğun toplum ahlakında hoş karşılanmadığını, alkolün sağlığımızı tehdit ettiğini herkes biliyor. Buna rağmen insanlar içebiliyor. Sizin içkiyi yok etme göreviniz bulunmuyor. Yüce Allah isteseydi kim içebilirdi ki?"  gelinen durumu özetlemiştir.

Sonuç;

Göstericiler (Çapulcular) amacına ulaşmış, muhalif grup sesini duyurmuş, iktidar sarhoşu olduğu izlenimi veren Tayyip Erdoğan’nın iktidarı sorgulanır, saygınlığı tartışılır hale gelmiştir. Türk gençleri demokratik geleneklerin yerleşmesi açısından başarılı bir sınav vermiş,  kişi hak ve özgürlüklerine sahip çıkmış, öte yandan art niyetlilere ve  terör örgütlerinin kışkırtmalarına pirim vermemiştir.
Her zaman olduğu gibi, tarih tekerrür etmiş;  “Sonunda meydan kazanmıştır..!

14 Mart 2013 Perşembe

PKK'nın Rehineleri Bırakması Üzerine: Türk Ordusu


Türk devleti,  bir nevi “İç güvenlik, asayiş olayı” olarak gördüğü PKK terörü ile yıllarca mücadele ediyor. 

Nitekim, PKK’da; “Türk ordusunu, iç güvenliğe göre dizayn edilmiş bir ordu olarak” değerlendiriyor. Bu değerlendirmenin kısmen doğru olduğunu kabul edebiliriz. Ordu, kamu düzenin sağlanmasında bir nevi polis gücü görevi  gibi kullanıldı ve son 30 yılda PKK ile asıl mücadele eden güç Türk Ordusu oldu.

Türkiye, insan sayısı olarak Milyon’a varan bir Ordu bulundurulmasına rağmen, bu güç ulusal sorunların, lehte çözümü konusunda dış politikada baskıcı bir araç olarak kullanılamadı.

Yıllarca batı Trakya kan ağladı, Bulgaristan’daki Türkler esir kamplarında tutsak edildi, topraklarından koparıldı ve trene bindirilip Türkiye’ye gönderildi, kardeş Azerbaycan’ın Ermenistan ile çatışmasında destek sağlanamadı. Irak’ta Türkmenlere yardım eli uzatılamadı.
Milli bir Türk Ordusu Oluşturulamadı. 

NATO ülkeleri ve ABD kendi ordusunu, ulusal çıkarlarına ulaşmada bir araç olarak kullanırken, Türk toprakları NATO ve ABD askerlerinin konumlandırılması için tahsis edildi. Bu çerçevede Türk Ordusu,  sadece NATO’nun Jandarmalığı ötesinde ciddi bir görev üstlenmedi. Ordunun ihtiyacı olan Harp silah ve araçını ABD karşılar oldu. Milli savaş sanayide kurulamadı. ABD’nin kullanım dışı, iş görmez askeri teçhizatı Türk Ordusuna sanki bir nimet gibi sunuldu. 2 nci Dünya Savaşından kalan Tank ve araçlar Türk ordusunun vuruş gücünü oluşturdu. Hatırlanacağı üzere, Irak krizinde ABD-Irak savaşı öncesinde; ülkenin Batısından güney doğuya kaydırılan birliklerin sağda-solda kalmış yüzlerce aracına şahit olduk. İnsan sayısı haricinde, kullanılan harp silah-araç ve teçhizat olarak ciddi bir kara, deniz ve hava gücü yaratılamadı.

Harp okullarında yetişen subaylara, geleceğin komutanlarına; Türk Tarihi, Harp Tarihi, Strateji gibi güncel gelişmeleri anlayacak ve tarihsel derinliği ile yorum getirebilecek dersler öğretilmedi. 

Uygulanan eğitim metodu;  şekli disiplini öne alan,  düşman olarak'ta hiç karşılaşma şansı olmayan mütecaviz  (Rus)doktrini öğretildi. Türk ordusunu yönetecek kadrolara gerçekci,  çağdaş askeri bilgiler verilemedi.  Bu yüzdende lider kadro, dünyayı anlama, gelişmeleri takip etme ve Türk Ordusunu gelişen dünya şartlarına göre reform edebilme öngörüsü ve değerlendirmesinden uzak kaldı. Mesela; dünyada benzeri olmayacak ölçüde iç güvenlik tecrübesi olmasına rağmen Türk ordusu mücadele ettiği unsurlara karşı;  Rusya’nın Dağıstan’da, ABD’nin işgal gücü olduğu halde Afganistan’da yaptığını yapamadı. israil ile zaten karşılaştırılamazdı.

Lafı uzatmadan bir noktaya gelmek istiyorum:

Yıllarca PKK ile mücadele eden, bunun için özel örgütlenmelere giden, komando, uçarbirlik ve özel birlikler oluşturan Türk ordusu; maalesef son gelinen noktada ciddi bir örnek gösteremedi. PKK, kaçırdığı rehineleri, kendi tabirleri ile esir-tutsakları sınırın hemen diğer tarafında tutabiliyor. Ve bu rahatlığını bozacak ciddi bir operasyonla karşılaşmıyor. PKK, bu rehineleri daha öncelerde yaptığı gibi, kendi istediği yerde ve zamanda, savaş kazanan bir kumandan edasıyla, tutanakla ve pazarlık aracı olarak Türkiye’den giden heyete teslim ediyor.

Bir Türk vatandaşı olarak;

PKK tarafından kaçırılmış, PKK'nın elinde bulunan Türk Askeri ve vatandaşlarının “Rehine Kurtarma Operasyonu” ile kurtarılmasını beklerdim.
Ben, yine bir vatandaş olarak, PKK’nın elebaşlarının özel operasyonlarla yakalanıp, Türk adaletine teslim edilmesini beklerdim.
Ben, yine bir vatandaş olarak Irak dağlarının bombalanmasını değil, örgüt elebaşlarının inlerinin başına yıkılmasını beklerdim.
Ben, PKK’yı alt edemeyen şahsiyetlerin, buna bir kılıf, bahane bulup, “düşük yoğunlukta çatışma” safsatası ile halkımın oyalanmamasını, kandırılmamasını isterdim.

Ben, bir vatandaş olarak lider kadrosu tasfiye edilmiş,  sevk-idare, komuta merkezleri tepelenmiş bir örgütün dış desteğinin kesilmesi konusunda Hukumetin elini güçlendiren  başarılar olmasını isterdim.
İşte o zaman; ne “PKK ile müzakare, Ne de PKK diye bir örgüt kalırdı.” Devlete isyan eden Şaki Apo (PKK), daha önceki benzerlerinde olduğu gibi; Şeyh Sait veya Şeyh Ubeydullah isyan hareketleri gibi tarihin eski sayfalarında, hak ettiği yeri almış olacaktı.


 http://gundem.milliyet.com.tr/teslimatta-ne-imzalandi-iste-detaylar-/gundem/gundemdetay/14.03.2013/1680417/default.htm

22 Kasım 2012 Perşembe

“AKP, Tribünlere Oynuyor: İsrail-Hamas Rekabetinde Kaybeden Türkiye’dir.!!”


Hamas kontrolündeki Gazze, İsrail için adı konulmamış bir tatbikat bölgesi gibi.
Hamas’ın İsrail’e füze fırlatması sonrasında, İsrail uçakları 14 Kasım 2012’den beri Gazze’ye ölüm kusuyor. Gazze, İsrail için adı konulmamış bir tatbikat bölgesi gibi. Her türlü silah deneniyor ve kullanılıyor. Çoluk-çocuk demeden Filistin halkını yok etmeyi sürdürüyor. Başbakanlık binalarını başlarına yıkıyor. Binalar vuruluyor. Gazze harebeye dönüyor. 

Bölgeden 2005 yılında çekilen İsrail, deniz ve kara ablukasını sürdürüyor.  Dünya ile irtibatı olmayan Gazze’de insanlar,  hayatta kalabilmenin mücadelesini veriyor.

Türkiye,  Gazze saldırısı sonrasında İsrail’e en sert çıkışı yapan ülke oluyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan krizde aktif rol üsleniyor. ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmelerinde "Ateşkes için siz İsrail tarafını ikna edin, biz de Hamas'la görüşelim..." mesajı veriyor. Buraya kadar izlenen siyaseti normal seyrinde devam ediyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mısır ziyareti ve sonrasındaki çıkışları, iç kamuoyunda gururları okşamaktan öteye geçmeyen hamasi nutukların ötesine geçmiyor ve İsrail karşıtlığı, ABD tarafından da tepkiyle karşılanıyor.

Mısır ziyaretinde;“İsrail Cumhurbaşkanı’na Davos’ta da söylemiştim. Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz. Bunu periyodik olarak yapıyorlar. 2008 seçimleri öncesinde yaptılar. Netanyahu’ya sesleniyorum, bilesin ki 2012’nin şartları 2008’in şartları gibi değildir. Hesabını iyi yap”. 8.Avrasya İslam Şurası’nın açılışında yaptığı konuşmasında; "İsrail bir terör devletidir." ifadelerini kullanıyor.

Erdoğan -İsrail Atışmasında ABD, İsrail yanında Posizyon Alıyor.

Erdoğan'ın bu çıkışları ABD tarafından anında karşılık buluyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland “Tabii ki İsrail'e karşı retorik saldırıların şu anda faydalı olmadığını düşünüyoruz.” 

Öte yandan Gazze'deki gelişmeleri değerlendiren Obama; Gazze’deki ihtilafı çözmeye yönelik her girişimin “öncelikle İsrail topraklarına füze atılmamasından” geçtiğini, ”Dünyada hiçbir ülke kendi halkının üzerine füze yağmasına tahammül göstermez. İsrail’in, Gazze Şeridi'ndeki militanlarca atılan füzelere karşı kendini korumaya hakkı vardır.”  beyanıyla İsrail’e açıktan destek veriyor.

Ayrıca 21 Kasım’da ABD Hükümeti, doğrudan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yapıyor. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'i “terörist devlet” olarak tanımlaması ve ABD Başkanı Obama'nın “İsrail’in kendisini savunma hakkı var” açıklamasını eleştirmesi, Washington'ı rahatsız ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı, yönetimin rahatsızlığını Türk makamlarına sözlü olarak iletiyor. ABD yönetimi, “Hükümetin söylemleri oldukça sert. Bu tür sert söylemlere katılmıyoruz. Ayrıca bu açıklamaların, sorunu çözmeye ve yardımcı olmaya değil, aksine daha da derinleştireceği endişesini taşıyoruz. Bundan sonraki açıklamaların daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyoruz” mesajı veriliyor.
           
Gazze krizi sürecinde ABD’nin devreye girmesiyle İsrail pes ediyor. ABD’nin liderliğinde; Mısır’ın arabuluculuğunda yapılan görüşmeler sonucunda 22 Kasım’da ateşkes sağlanıyor. Ortak düzenlenen basın toplantısında konuşan Hillary Clinton, "ABD, İsrail'le Filistinli gruplar arasındaki ateşkesi, füze saldırılarının ve şiddetin sona ermesini memnuniyetle karşılıyor. Bölge halkları, korku duymaksızın yaşamayı hak ediyor. Mısır'a bölgesel liderliğinden dolayı teşekkür ediyorum" diyerek noktayı koyuyor. Anlaşmaya göre, 'İsrail, Hamas yönetimindeki Gazze Şeridi'ne yönelik havadan ve karadan yürüttüğü saldırılarını durduracak; Filistinli gruplar, İsrail'e yönelik roket atışlarını sona erdirecek.

AKP ne Yapmaya Çalışıyor?

AKP, ‘nin bir taraftan iç kamuoyuna mesajlar verirken diğer yandan yeni bir eksen oluşturma gayretlerinde olduğu görülüyor. İsrail’e karşı;
    

  • Terörist Örgüt Hamas, 
  • Müslüman Kardeşlerin temsilcisi yeni dikdatör Muhammed Mursi liderliğindeki Mısır,
  • Katar  Emirliği ve,
  • Suud ailesi tarafından yönetilen Ortaçağ zihniyetindeki Suudi Arabistan' dan oluşan bir cephe yaratmaya çalışıldığı izlenimi alıyoruz. 
Oysa, bu ülkelerin ABD’ye rağmen, İsrail karşıtı bir oluşumda somut icraatlarda bulunmaları hayal ötesi…

AKP, terörist devlet olarak adlandırdığı İsrail’e karşı mücadele veren Hamas  ve diğer Filistinli örgütlere elle tutulur bir destek verme cesareti gösteremiyor.

İşin düşündürücü tarafı; AKP kurmaylarının, Suriye muhaliflerine silah ve lojistik destek sağlandığını açıklarken, terörist devlet olarak adlandırılan İsrail’e karşı mücadele veren Hamas  ve diğer Filistinli örgütlere elle tutulur bir destek verme noktasında cesaret gösterilemiyor.

Bu kadar koca koca lafların ardından İsrail’e karşı somut bir sonuç çıkmıyor. Suriye’deki isyancılara her türlü silah-mühimmatı sağlanırken, İsrail’in bombardımanı altındaki Filistinli mazlumlara sıra gelince, kuru laftan öteye gidilemiyor.

Burada hatırlatılması gereken bir  diğer bir konuda Museviler ile Tayip Erdoğan arasındaki basına yansıyan ilişkidir. 

Tayyip Erdoğan, 26-30 Ocak 2004 tarihleri arasında Amerika'ya gitti. Ziyaretinin ilk gününde Musevi lobisinin önde gelen kuruluşu olan Amerikan Musevi Kongresi'nden (AJC) "Yahudi Cesaret Ödülü" aldı. Erdoğan'ın onuruna yemek verildi. Erdoğan, ödülünü aldıktan sonra şöyle konuştu: "Türkiye ve israil arasında her zaman varolan dostluk, karşılıklı anlayış ve güven temelindeki ilişkilerin son dönemde kazandığı ivmenin altını memnuniyetle çizmek isterim." Türkiye'nin terörün her türlüsüne karşı olduğunu belirten Erdoğan, Amerika'nın uluslararası terörizmle mücadelesini de 'kalben' desteklediğini “ belirtti. AJC tarafından bugüne kadar on kadar kişi ödüle layık görüldü; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan’dır.  İsrail'e son dönemde esip gürleyen Erdoğan’nın bu tutumunu en azından neden "Yahudi Cesaret Ödülü"nü iade etmek gibi somut bir adımla desteklemiyor?

İsrail’e karşı mücadele veren örgütlere silahların büyük bir çoğunluğu İran tarafından sağlanıyor. 

AKP'nin hamasi nutuklarına karşın, İran somut adımlarla destek sağlıyor. İran, oyun kurucusu olarak, olmazsa olmaz bir aktör olarak pozisyonuna devam ediyor. 

Nitekim; iran Hükümet Sözcüsü Ali Larjani, Fars Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada; Filistine silah gönderme çağrısı yapıyor. “Tüm Arap liderlere sesleniyorum, silah yardımı yapın. Oturup görüşerek hiç bir şey elde edemezsiniz. Filistin'in sözlere ihtiyacı yok. Eğer gerçekten yardım etmek istiyorsanız silah yardımı yaparsınız ayrıca, kendilerinin de Filistin'e askeri yardım yapmaktan onur duyacağını” belirtiyor.
           
Hamas İsrail, ABD ve AB'nin terör örgütleri listesinde. 

AKP’nin diğer bir çıkmazı da desteklediği Filistinli örgütlerden Hamas. Gazze Şeridi'nde 2007 yılında seçimle işbaşına gelen Hamas İsrail, ABD ve AB'nin terör örgütleri listesinde. Yani PKK terör örgütü neyse, Hamas’da öyle görülüyor. 

AKP, 4 ncü olağan Parti Kongresine Hamas lideri  Halid Meşal'ı davet ediliyor ve kongrede Meşal konuşma yapıyor. Bilindiği üzere Kongere’de bulunanlar arasında  diğer bir kişide Mesut Barzaniydi..

Hamas’ın İsrail’e karşı askeri bir başarı elde etme şansı görülmüyor. 

Hamas, ilk defa İsrail saldırılarına elindeki Fecr-5 füzeleri ile karşılık verdi. 75-80 Km. menzilli bu füzeler Gazze’ye 71 kilometre mesafedeki Tel Aviv ve 78 Km. uzaklıktaki Kudüs’ü de vurabiliyor. Bu füzelerin İran tarafından sağlandığı büyük bir ihtimal. İsrail bu yüzden İran’ı hedef gösteriyor. 

İsrail’in “Çelik Kubbe” isim verdiği füze savunma sistemi Kassam, Grad ve Facr tipi kısa ve orta menzilli füzelere karşı kullanılıyor. Hamas’ın füze savunma sistemini saf dışı edip İsrail şehirlerini vurması mümkün değil. Hamas’ın ilk kez 3 adet füzeyle Tel Aviv’i vurduğu anda “Çelik Kubbe” sisteminde bir arıza olduğu anlaşılıyor. Bu krizde İsrail, ABD işbirliği ile oluşturduğu “Çelik Kubbe” füze savunma sisteminin denemesini de yapıyor.

AKP’nin, İsrail-Hamas krizinde, İsrail’i şiddetle kınaması diplomasinin yadırgadığı bir dil değil.  Nitekim benzer şekilde birkaç Avrupa ülkesi İsrail’i kınamışlardır. Ancak, AKP’nin mevcut durum itibariyle Ortadoğu’da İsrail’e karşı bir aktör olma isteği, hem uluslararası konjektör,  hem de ulusal güç unsurları itibariyle gerçek dışı görünüyor.

Netice olarak daha somut ifade etmek gerekirse; 

Uluslar arası konjektör yanında en öncelikli nedenlerinin başında AKP-ABD ilişkilerindeki, ABD’ye bağlılıktır. Bu durum, AKP’nin ABD’den bağımsız bir insiyatif almasını olanaksız kılmaktadır. 

Diğer nedenler ise, Milli Güç’ün henüz bu misyonu destekleyecek kudrete olmamasıdır. Milli güç unsurları olarak başta;  Siyasi, Ekonomik ve Askeri güç açısından Türkiye bölgesel bir güç olmaktan çok daha uzaklardadır.
       
Henüz, rejim sorununu çözememiş, Ordusu ile kavgalı, Kamu oyu bölünmüş,  ülkeyi parçalamak ve Kürdistan diye bir devlet kurmak için PKK terörünün olanca şiddetiyle devam ettiği, huzur ve asayişi sağlanmamış bir memlekette siyasi iktidar sahipleri için en kolay olanı; “Trübünlere oynamak ve Slogan diplomasi ötesinde bir  anlam ifade etmeyen havanda su dövüyor olmaktır.!

 

5 Ekim 2012 Cuma

"Suriye Krizi’nde Takip Edilen Dış Politika; AKP İktidarının Bölgesel Güç Olma Hayalinin de Sonunu Getirmiştir."


Arap Baharı ile Arap Dünyasında Çıkarılan Kargaşa ile İsrail'in Güvenliğini Güvenceye Alıyor.

Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, ABD öncülüğünde tezgahlanan "Arap Baharının" hızı Suriye’de kesilmişe benziyor. Arap Baharı ile Ortadoğu’nun yeniden yapılanması, İsrail’in güvenliğinin güvenceye alınması ve bölge ülkelerinin  emperyalistlere hizmet eder bir yapıya kavuşturulması amaçlanıyor.

     
Türkiye, İran’ın rakibi olan Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte Esad iktidarını bitirme konusunda heveslendi.

Tunus’ta başlayan ve bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan “İsyan Dalgası” nın son durağı Suriye oldu. 20 aydır Suriye’de iç savaş devam ediyor. Libya, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi iktidarın devrileceği umut ediliyordu. Türkiye, İran’ın rakibi olan Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte Esad iktidarını bitirme konusunda heveslendi. Bazı Arap devletleri mezhepsel yakınlıktan dolayı Suriye muhalifini desteklediği görüldü.

ABD ve Türkiye başta olmak üzere Özgür Suriye Ordusu’na ve Suriye Ulusal Konseyi’ne para ve lojistik destek verdiklerini açıkladılar. Muhaliflere, Türkiye üzerinden silah desteği sağlandığı da söylenmektedir. Suriye muhalefetini destekleyen ülkeler; “Müslüman Kardeşler” benzeri siyasi bir hareketin iktidara geleceği öngörülmekteydi. Oysa, her ülke kendi iç dinamiklerine göre,  iklimini yaşayacağı gerçeği ilk anlarda göz ardı edildi. Türk dış politikası çuvalladı ve Cumhuriyet tarihinin en başarısız örneklerinden birini verdi.
        
Suriye;  bürokrasi,  askeri yapısı, istihbarat örgütlenmesi,  polis gücü ile uluslararası ilişkileri göz önüne alındığında diğer Arap Ülkelerinden Farklılık gösteriyor.
     
Suriye;  bürokrasi,  askeri yapısı, istihbarat örgütlenmesi,  polis gücü ile uluslararası ilişkileri göz önüne alındığında, Arap Baharının etkisi altına aldığı diğer ülkelerden farklılıkları olduğu görülmekte. Aşiret ve dini grupların ayaklanmalardaki etkisinin Suriye’de beklenen kadar olmadığı, Suriye’de ciddi bir devlet yapısı olduğu görüldü.
       
 Esad rejiminin kısa zamanda devrileceğini ileri sürenler, Suriye’deki etnik ve dinî yapıyı gerekçe göstermekteydiler. Çünkü, Suriye’de iktidar ve bürokrasi ağırlıklı olarak  %12 oluşturan Nusayrilerden oluşuyordu. Suriye nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan grupların kısa zamanda iktidarı devirecekleri düşünülüyordu. 
          
         18 milyon nüfuslu ülkenin;

         -  Etnik yapısı; % 80 Arap, %8 Kürt, % 6 Türk, %2 Ermeni, %1 Çerkez
         -  Dini gruplar; Sunni %74, Nusayri %12 (Alevi), Hristiyan %10, Durzî % 3, Diğer %1
        
 Avrupalı ülkeler tarafından Suriye’de yaptırılan kamuoyu araştırmalarında halkın %60’a yakını Esad rejimine destek verdiği ortaya çıktı. Esad rejimini tasvip etmeyen kesimlerin büyük bir çoğunluğunun, muhalif gruplara da tam olarak  destek vermedikleri anlaşıldı.

Diğer yandan Güvenlik Konseyi ülkeleri Rusya ve Çin, Suriye’ye desteklerini ilan etmişlerdir. Bu destek, Suriye’ye uluslararası bir müdahaleyi engellemiş, Esad rejiminin sürmesi konusunda en büyük destekçileri olmuştur. Öte yandan İran’nın koşulsuz olarak Suriye’yi desteklemesi, Suriye’nin mücadele azmi açısından hayati önemde olmaktadır.           

PKK, Irak’tan sonra Suriye’de de yeni imkânlara kavuşmuş oldu.   
Bu kargaşa ortamında şu ana kadar en karlı çıkan grup Suriye kuzeyinde yaşayan Kürtler olmuştur. PKK’nın uzantısı olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) Türkiye sınırına yakın kentlerde özerk bölge oluşturmaya başladı. Kürdistan Halk Ordusu (YPG) adlı silahlı örgütlü gücünü kurduğunu ilan etti. PYD, devletleşme yolunda bu bir ilk adım olduğunu açıkladı. Ve bölgede askeri güvenliğin bu güçler tarafından sağlanacağı duyuruldu. PKK, Irak’tan sonra Suriye’de de yeni imkânlara kavuşmuş oldu.

En son olarak Akçakale’ye düşen top mermisinin ölümüne neden olduğu 5 vatandaşımızdan sonra, Türkiye, Sınır ötesi operasyonlar için Türk Ordusuna yetki veren teskereyi TBMM den geçirmiştir. Bu şekilde Türkiye, Suriye ile savaş noktasına gelmiştir.

Suriye krizinde takip edilen dış politika hem uluslararası hem de ulusal düzeyde ülkemize zarar vermektedir. Türkiye, Suriye krizindeki hamlesi stratejik bir yanılgı olmuş, milli çıkarlar açısından zararlı sonuçlar doğurmuştur. Türkiye’ye karşı; Rusya- İran, Irak ve Suriye karşı bir cephe oluşturmuş,  PKK ya karşı terörle mücadelede bu ülkelerle sağlanan işbirliği ortamını yok olmuştur. 

Genel olarak bu zararları özetlemek gerekirse;
  
  • Rusya’nın stratejik ve ekonomik çıkarları için Suriye’yi terk etmeyeceği netleşmiştir,  buda Türkiye’nin pozisyonunu olumsuz etkilemiş, çıkmaz bir hale sokmuştur.
  • Bölgede yalnız kalan Türkiye;  ülkemiz bütünlüğü için bir tehdit olarak algılanan Barzani özerk kürt yönetimi ile işbirliğine sürüklenmiştir.
  • Sınırlarımızın dibinde Suriye kuzeyinde özerk bir kürt bölgesi kurulması tehdidi ile karşı karşıya kalınmıştır.
  • Suriye krizi, Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyasında yapacağı hamlenin önünde engel olmuştur.
  • PKK terör örgütüne karşı Irak, İran ve Suriye ile sağlanan işbirliği yok olmuştur. PKK yeni olanaklara kavuşmuş, terör eylemleri ülke geneline yayılmıştır.
  • Türkiye kendi içine kapanmış, terör olayları ile uğraşır duruma düşmüştür.
  • Türkiye’ de kamuoyu bölünmüş, ortak bir kanaat oluşmamıştır.
  • Suriye ile 2 milyara varan ticaret durmuştur.
  • Türkiye’yi, Suriye krizine sürükleyen ABD, krizi kendi haline bırakmış, Türkiye yalnız kalmıştır.
  • İsrail’in can düşmanlarından olan Suriye kendi derdine düşmüş, İsrail rahatlamıştır. Türkiye'nin tutumu İsrail'in çıkarlarına hizmet eder olmuştur.
Suriye krizi’nde takip edilen dış politika; Türkiye’nin bölgesel güç olma hayalinin de sonunu getirmiştir.


        
 http://haber.gazetevatan.com/pkknin-suriye-uzantisi-pyd-sinirda-ordu-kurdu/485368/1/Manset

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1103108&CategoryID=81

1 Ekim 2012 Pazartesi

“PKK, Müzakare İle Değil, Lider Kadrosunun İmhası İle Bitirilir.!"


            AKP iktidarı ile birlikte; PKK ile mücadele yeni aşamaya girdi. “Bir taraftan  müzakere, bir taraftan da mücadele “ olarak ifade edilen bu yeni stratejiyle, ilk kez PKK ile Devlet arasında müzakere dönemi başlamış oldu.  Buradaki öngörü, İç hukuk’ta bir takım düzenlemeler yapılarak PKK’nın silah bırakacağının ve sorunun sonlandırılacağının sanılmasıdır. Bu görüş Türk Devleti adına stratejik bir yanılgıdır.
            Çünkü bunun yanılgı olduğunun 2 önemli nedeni vardır. Birincisi; PKK’nın silah bırakmasını uluslararası konjektörün müsaade etmeyeceği gerçeğidir. Diğer asıl etken ise; PKK’nın varoluş nedeninin müzakerelerle  yok edilebilecek  türden konular olmamasıdır. 
            PKK,  bölgede yaşayan insanlara masumane bir takım hakların elde edilmesi veya yörede ekonomik gelişmişlik yaratılması, yaşam şartlarının iyileştirilmesinin sağlanması amacıyla kurulan bir örgüt değildir. PKK, Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan ve buna ulaşmak için silahlı mücadeleyi esas yöntem olarak  belirleyen bölücü bir terör örgütüdür.
             Konunun anlaşılması açısından PKK ile mücadelede geçmiş süreci, ulaşılan sonuçları çok kısa özetleyerek, anafikrimi özetlemek istiyorum:

   A.  PKK’nın Amacı ve Mücadele Yöntemi;

            Bizzat Abdullah ÖCALAN tarafından hazırlanan ve 1978 yılında yayınlanan 68 sayfadan oluşan “Kürdistan Devriminin Yolu-Manifesto”  isimli dokumanla mücadele stratejisi belirlenmiştir. Örgütün kuruluş tüzüğü bu manifestoya göre oluşturulmuştur. Buna göre; Marksist-Leninist ideolojik temelde örgütlenen "Kürdistan İşçi Partisi- Partiya Karkeran Kurdistan (PKK); Türkiye'nin güneydoğusu, Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran'ın kuzeybatısındaki bölgede, bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla kurulmuştur. Sözde kurtarılacak topraklar 4 farklı ülkede olmasına rağmen,  temel mücadele alanının Türkiye olacağı ilan edilmiştir.
            Örgüt, Bağımsız Birleşik ve Demokratik bir Kürdistan kurma hedefine “Uzun Süreli Halk Savaşı” ile ulaşılacağını bu stratejik amaca ulaşmak için “Parti - Cephe - Ordu” örgütlenme modelinin temel alınacağı belirlemiştir. Ve nihai hedefe ancak silahlı eylemlerle ulaşılacağı kararlaştırılmıştır.  Kuzey Kürdistan olarak isimlendirdiği Türkiye’nin doğusunda, devlet gücünün tasfiye edilerek, Türk askeri varlığının yok edilmesiyle amaca  ulaşılacağı planlanmıştır.
           
       PKK’nın  uygulamaya koyduğu Uzun Süreli Halk Savaşı; 


  • Stratejik Savunma,  
  • Stratejik Denge
  • Stratejik Saldırı  olmak üzere üç aşamadan ibaretti.
           
            PKK; 30 Temmuz 1979 tarihinde Adalet Partisi (AP) Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Celal Bucak’a saldırarak, olay yerine bırakılan “PKK’nın Kuruluş Bildirge’si” ile  kuruluşunu ilan etti. Bu bildiride örgütünün amaçı, uygulanacak yöntem ve mücadele tarzı açıklanmaktaydı.
            PKK; uzun süreli halk savaşı stratejine göre, Gayri-nizami /Gerilla tarzı askeri örgütlenme içerisinde 1984 yılından itibaren terör eylemlerine başladı. İlk etapta silahlı propaganda birimleri halinde yürütülen silahlı propoganda grupları daha sonraları; Gerilla örgütlenme tarzında yaygınlaştı. Faaliyet gösterilen ülkemiz toprakları sözde  “EYALET- BÖLGE- MINTIKA- “alanlarına ayrıldı. Bu alanlardan sorumlu CEPHE (ERNK) ve ORDU (ARGK) unsurları görevlendirildi.
            Örgüt 1990 lı yılların başında “Stratejik Denge” aşamasına geçtiğini düşünerek, Tabur büyüklüğünde hareketli silahlı birlikleriyle, bölgede terör eylemlerini artırdı. Ve Türk Ordusu ile mücadelede farklı bir mücadele tarzını benimsedi. Hareketli savaş olarak isimlendirilen bu tarz mücadeleyle; BOTAN-BEHDİNAN hükümetinin kurulması, öncelikle sözde BOTAN eyaletinde “Kurtarılmış bölgeler-Kızıl alanlar” oluşturmayı hedefledi. Ancak, dönemin siyasi iktidarlarının ilkeli duruşu ve yürütülen askeri mücadelenin başarısı bunu engelledi ve  örgüt amacına ulaşamadığı gibi ciddi kayıplara uğradı.
            Abdullah ÖCALAN’nın 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanması, örgütte önemli bir darbe vurdu. İlk kez üst düzey örgüt mensubu,  hem de örgütün kurucusu yakalanmıştı.  Ancak, bu başarının devamı gelmedi. PKK’nın diğer üst yönetimine, lider kadrosuna yönelik benzer bir operasyon yapılmadı. Örgüt bu olayın tesirini 2005ten itibaren üzerinden attı ve askeri yapılanmasını tekrar harekete geçirme başarısını gösterdi. Bu süreçte, örgüt yeniden teşkilatlanma ve yapılanmaya giderek yeni bir komuta,  sevk-idare tarzını geliştirdi.

B. PKK’ya Verilen Uluslararası Destek;

            PKK'yı diğer isyanlardan ayıran en belirgin özellik; örgüte verilen dış destekle Türkiye sınırları dışında konumlama gücüne kavuşturulmuş olmasıdır. Örgüte;AB ülkeleri, komşu ülkeler, Rusya, İsrail ve ABD desteklemektedir. ABD desteği, örgüte yaşamsal manevra imkanı vermektedir.  Özellikle günümüz dünya konjektöründe ABD’ nin tavrı PKK ile mücadelede belirleyici önemdedir.
            Irak’ı işgal etmek isteyen ABD’nin istediği 1 Mart tezkeresi TBMM’de red edildi. Bu karardan 4 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te K. Irak’ta bulunan Türk askerlerinin başına çuval geçirildi. Türkiye bir NATO ülkesi olmasına rağmen, yine bir NATO ülkesinin düşmanca tavrı ile karşı karşıya kaldı. Türk askerleri, sözde stratejik müttefik ABD Ordusu mensuplarınca aşağılayıcı muameleye tabi tutuldu. Özel eğitimli Türk askerleri, PKK ile mücadele için bölgede, ABD'nin bilgisi dahilinde bulunmaktaydı. Türk tarihinde benzeri olmayan bu aşağılayıcı olaydan sonra, Türkiye bir daha K.IRAK’a sınır ötesi operasyon icra edemedi. Türk Ordusu’nun, sınır ötesi operasyon yapma arzusu ABD tarafından şiddetle red edildi. Öte yandan PKK, Kuzey Irak'ta 2006’da Türk Büyükelçiliği'nin 500 metre ilerisine Öcalan Kültür Merkezi adı altında bir propaganda ofisi açtı. Türkiye buranın kapatılması için nota verirken, ABD'lilerin ilk açıklaması "Biz böyle bir merkez görmedik" şeklinde olmuştur.
            Örgüte sağlanan uluslararası medya desteği de azımsanamayacak önemdedir. PKK,  AB ülkelerinde başta Almanya'da çok sayıda basılı ve görsel medyaya sahip olmuştur. PKK nın propaganda organı “Serxwebun (Özgürlük)” gazetesi 1980'li yıllardan beri bu ülkede yayımlanmaktadır. PKK’nın propagandasını yapan televizyonu Danimarka’dan yayınına devam etmektedir.
            Diğer yandan Suriye krizi ile birlikte; Rusya - Suriye - Irak ve İran bir blok halinde Türkiye’ye karşı cephe almışlardır. AKP iktidarının Suriye politikasına karşı olan bu 4 ülke, PKK’ya yeni imkânlar sunmuştur. Bu denklem içinde yeni olanaklara kavuşan PKK’nın terör eylemleri,  2012 de başta Güneydoğu Bölgesi olmak üzere, aniden artmış ve tüm ülke geneline yayılmıştır.

C. PKK ile Mücadelede Kuzey Irak ve Kandil Dağı’nın Önemi;

            PKK’nın askeri varlığının ve örgüt gücünü koruması Kuzey Irak’ta sağlanan barınma imkanlarıyla mümkün olmaktadır. Türkiye’ye bitişik sınır bölgelerinde onlarca PKK kampı bulunmaktadır. Irak- Türkiye sınır bölgesinin denetim ve kontrolü PKK'nın elindedir.   PKK bu bölgeden kolayca Türkiye’ye sızmakta ve sınır bölgesinde süreklilik arz eden eylemlerine devam edebilmektedir.  
            Daha önceleri, Suriye-BEKAA vadisinde üstlenen PKK, 1990'ların başından itibaren Kuzey Irak'a yerleşmeye başlamıştır. Türk Ordusu’nun yoğun operasyonlarından bu şekilde, sınırın öte yakasında ana üsler kurarak imhadan kurtulmuştur.
             Irak Savaşı (2003)  PKK’ya yeni olanaklar sunmuştur. Irak’ta bulunan Kandil Dağı örgüt kullanımına açılmıştır. PKK; Türkiye’ye 100 km mesafede ve İran sınırında olan  Kandil Dağı ve çevresinde Ana Karargahını oluşturmuştur. Örgüt lider kadrosu bu bölgeye taşınmıştır. Bugüne kadar Kandil Dağı bölgesine kara veya hava harekatı yapılmamıştır.   K.ırak bölgesinde Türk varlığına karşı çıkan ABD, Irak’tan çekildikten sonra Irak hükümetinin tavrı  da benzer şekilde olmuş, karşı çıkılmıştır. Sınır ötesi kara harekatı yapamayan Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK üslerini Türk Hava Kuvvetleri ile vurmaktadır. Bu hava operasyonları Irak tarafından kabul görmemektedir.
      En son olarak; 26 Eylül 2012’de New York Times Gazetesi'ne konuşan Irak Parlamentosu Güvenlik Komitesi Başkanı İskender Vitvit  "Türkiye'nin Irak topraklarında PKK'yı hedef aldığı saldırılara karşı ordumuz hazırlanacak. Allah'ın izniyle bu uçakları düşürmek için Irak'ı silahlandıracağız" diyerek açık bir şekilde düşmanca tavır ortaya konulmuştur.
            Benzer şekilde Kuzey Irak Kürt yönetimi de açıktan örgüte destek olmakta, PKK’yı terör örgütü olarak görmemekte ve sınır ötesi kara harekâtına karşı çıkmaktadır.  Diğer yandan Suriye krizi ile ortaya çıkan iktidar boşluğundan da yararlanan BARZANİ, PKK ile birlikte hareket etmekte; Suriye’nin kuzey bölgesinde bulunan Kürtleri ayrımcılık konusunda desteklemekte, askeri eğitimler vermekte ve silahlandırmaktadır.

D. Türk Ordusunun Alan Hakimiyeti ve Sınır Ötesi Operasyonları:

1.       Alan Hakimiyeti;

            Türk ordusu; PKK ile mücadelede Alan Hakimiyeti stratejisi geliştirmiştir. Bu strateji; PKK'nın “Kırmızı Bölge-Kurtarılmış Alanlara” ulaşmasını ve alanda PKK’nın üstlenmesini engellemek  için uygulanmıştır.  Bu konseptle PKK’nın üstenmeye çalıştığı muhtemel bölgelere askeri birlikler yerleştirilerek, arazinin PKK kontrolüne geçişi engellenmiştir.  Bu taktikle paralel olarak; bölge genelinde 982 köy ve 1.674 mezranın boşaltılmış ve toplam 49.593 aile ve 310.921 kişi göç etmiştir.
            PKK ile mücadelede ciddi insan kaybı yanında, önemli miktarda  bütçenin de ayrılmasını zorunlu kılmıştır. PKK ile mücadelenin bazı dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti'nin savunma harcamalarına ayırdığı miktar bütün harcamalarının %10'una kadar yükselmiştir.

            2. Sınır Ötesi Operasyonlar;

            PKK nın Kuzey Irak’taki üstlenmesini darbelemek adına hem kara hem de havadan yapılmıştır. 1984’ten bugüne kadar 25 civarında sınır ötesi kara operasyonu yapılmıştır. Sayısız hava harekâtı icra edilmiş, bu operasyonlarla örgüte ciddi kayıplar verdirilmiştir. Ancak, bu kayıplar örgütü tasfiye noktasına getirmemiştir. Diğer yandan bu operasyonlar bütçeye ciddi yük getirmiş, maliyeti 300 milyon doları bulan sınır ötesi kara operasyonları yapılmıştır.  
            Sınır ötesi kara operasyonları sınırın en fazla 25-30 km derinliklerine kadar yapılmış, PKK’nın topyekun yenilmesi gibi bir gaye güdülmemiştir. Sınırlı ölçüde örgütün silahlı güçlerinin imhası hedeflenmiştir. Örgütü yöneten üst düzey kadronun imha edilmesini amaçlayan bir operasyon yapılmamıştır. 30 yılı aşkın bir süredir, PKK'nın lider kadrosuna yönelik, operasyonların icra edilmemesi düşündürücü olduğu kadar, PKK ile mücadelede karamsarlığımızın nedenlerinden de birisini oluşturmaktadır.

E. PKK,  İle Yapılan Müzakareler;

            PKK ile yapılan müzakereler, genelde örgütün zora düştüğü, çıkış yolu aradığı dönemlerde, örgüt inisiyatifinde olmuştur. Örgüt bu dönemleri bir kriz yönetimi strateji ile yönetmiş, zaman kazanmıştır.  Müzakereler sonunda kazanan taraf PKK olmuştur.

            1. Abdullah Öcalan ile yapılan müzakareler ( 1999 );

Örgüt lideri Abdullah ÖCALAN’nın yakalanması ile başlayan süreçte, müzakere süreçi yaşanmıştır. Bu müzakereler sonucunda PKK, eylemleri sonlandırmış ve silahlı unsurlarını Kuzey Irak alanına çekmiştir.  Bu süreçte; Alan Hakimiyeti stratejinden vaz geçilmiş, PKK ile mücadele için tesis edilen bir çok üs bölgesi boşaltılmış bir rahatlama dönemine girilmiştir.
            Örgüt ise, bu süreci yeniden toparlanma ve teşkilatlanma süreci olarak çok iyi kullanmıştır. Örgüt; kendini yenilemiş, mensupları eğitilmiş,  yeni elamanlar kazandırılmış ve yeni lojistik imkanlara kavuşmuştur.

            2. PKK Yöneticileri ile Oslo’da Yapılan Görüşmeler (2010-2011);

            Basına çıkan haberlere göre; AKP’nin siyasi direktifleri doğrultusunda MİT ile PKK yöneticileri arasında 2010 yılından beri Norveç'in başkenti Oslo’da görüşmeler yapılmıştır. Görüşmelerin tam olarak ne zaman başladığı, kaç kez yapıldığı bilinmemektedir. Türk devleti adına tam olarak neler vaad edildiği, PKK’ nın ne istediği açıklığa kavuşmamıştır.  
            Görüşmelerin kesilmesinden sonra, PKK ülke genelinde terör eylemelerini artırmıştır. Hiç öngörülmemiş bir şekilde terörü tırmandırmış, Devlet hazırlıksız yakalanmış, ülkemiz 1990 lı yıllara geri dönmüştür.   Örgüt lider kadrosundan  KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, 1 Ekim 20122’ de Azadiya Welat gazetesine "Eğer yeni Oslo görüşmeleri olacaksa Kürt Halk Önderi için özgürlük talebini dikkate almak zorundalar.” açıklamasında bulunmuştur.  PKK, yeni bir dayatmayla, Abdullah ÖCALAN’na özgürlük verilmesi halinde görüşmelerin yapılacağını deklare etmiştir.

F. PKK ile Mücadelede lider Kadronun Önemi;

            Örgüt; lider kadro arasından seçilen Merkez Komite (Başkanlık Konseyi) tarafından yönetilmektedir. Merkez Komite ismi ve seçilen sayısı değişmekle birlikte, üstlenilen işlev aynı olmaktadır. Merkez Komite; kongre veya konferans olarak adlandırılan toplantılarda alınan kararlarla örgütü yönetmektedir.
            Burada en düşürücü olan, PKK’nın 1978’de Birinci Kuruluş Kongresine katılan lider kadronun halen örgütü yönetiyor olmasıdır. Abdullah ÖCALAN (Örgüt lideri) Murat KARAYILAN(Merkez Komite Üyesi),  Cemil BAYIK (Merkez Komite Üyesi), Ali Haydar KAYTAN (Merkez Komite Üyesi), Duran KALKAN (Merkez Komite Üyesi).
            PKK’nın bugüne kadar ayakta kalmasındaki en büyük etken, lider kadroya yönelik operasyon icra edilememesidir. PKK’yı kuran kadro 1978 den beri örgütü yönetmektedir. Ülkemizde 35 yılda, birçok hükümet, Başbakan ve bürokrat değişmiş, terörle mücadele usul ve yöntemlerinde bile, kesintiler olmuşken,  PKK’nın mücadele stratejini belirleyen kadro değişmemiş, kesintisiz aynı kişiler tarafından devam edilmiştir.
            PKK ile mücadele göstermiştir ki, Müzakerler yapılarak, terörist öldürülerek PKK'ya ciddi bir darbe vurulamamaktadır.  PKK tarihindeki en büyük darbe, Abdullah ÖCALAN’nın yakalanmasıdır. Ancak, lider kadrosuna yönelik benzer operasyonların devamı gelmemiştir.  PKK, çekirdek bir ekip tarafından yönetilen, askeri bir örgütlenmedir.  Emir –komuta birliğinin yok edilememesi, örgüt yöneticilerini cesaretlendirmiş ve militan kadronun hevesini, motivasyonunu artırmıştır. 
             
Sonuç;
           

  • Türk devletinin takip ettiği dış politika, PKK’nın güçlenmesine zemin hazırlamıştır. AKP hükümeti, aniden Suriye ile ipleri germiş, ESAD yönetimini açıktan hedef almıştır.  Bu politika; komşu ülkeler Irak ve İran tarafından tepkiyle karşılanmış, Rusya tarafından da onay görmemiştir. Komşu ülkelerin açıktan desteğini alan PKK eylemlerini tırmandırmaya devam etmektedir.
  •  Irak’ta üstlenen PKK’ya, İsrail ve ABD’nin örtülü ve gizli desteği devam etmektedir. Önümüzdeki süreçte bu siyasi denklemenin devam edeceği,  PKK’nın uluslararası desteğinin önlenmesinin mümkün olmayacağı  görünmektedir.
  •  Oslo müzakereleri de göstermiş ki, teröristlerle müzakere edilerek örgütün tasfiyesi veya silahlı eylemlerinden vazgeçirilmesi mümkün değildir. Örgüt silahlı güçünü, hedeflerine ulaşmada geleceğinin garantisi olarak görmekte, asla silah bırakmayı kabul etmemektedir. Nitekim,  Müzakarelerden sonra ülke genelinde terör eylemlerine tekrar başlamıştır.
  • Türk devleti yöneticilerinin; “Hem müzakare, diğer taraftan mücadele”  stratejisi ile örgütle müzakareyi bir yöntem olarak belirlemesi geri dönüşü olmayan çok ciddi sorunlarıda beraberinde getirecektir. PKK, bir siyasi hareket olarak Devlet tarafından resmen tanınmasının kapısı aralanmış,  Türkiye dışında 3 ncü ülkeler tarafından da Siyasi bir hareket olarak kabul görmesinin önü açılmış olacaktır. Bu da, PKK'nın amaca ulaşmada elde edeceği en büyük Stratejik Başarı demektir.
  • Diğey yandan bu tür mücadele yöntemi; PKK ‘ya cesaret verecek ve yeni terör eylemleri için zaman kazanılmış, devlet otoriteside ciddi zaafa uğratılmış olacaktır.
  •  Müzakerelerle bir sonuca gidilmesi mümkün değildir. Müzakare süreci PKK nın elini güçlendirmekte, süreç PKK lehine işlemektedir.  PKK ile mücadele  askeri  anlamda  kesintisiz devam etmeli, yeni bir konsept ortaya konulmalıdır. Tüm alanlarda mücadele devam ederken;  asıl hedef örgüt lider kadrosu  olmalıdır.  Örgüt lider kadro üzerinde baskı artırılmalı, tüm olanaklar seferber edilmelidir.
  • Milyarlarca dolar teöristle mücadeleye ayrılmakta, ülkemiz gündeminde PKK öncelikli gündem olmaya devam etmektedir.  Aynı şekilde Lider kadronun tasfiyesi içinde milyarlarca dolar ayrılmalıdır. Gelinen noktada lider kadro tasfiye edilmeden PKK'nın imhası mümkün değildir. Eğer PKK Türkiye gündeminden bertaraf edilmek isteniyorsa mücadele konsepti; "teröristle mücadele devam ederken asıl  hedef PKK’nın lider kadrosu olmalıdır."