12 Aralık 2017 Salı

ABD ,İsrail'in Başkenti olarak Kudüs'ü Tanıdı!

KUDÜS;Türklerin egemenliğinden çıkışının 100’ncü yılında İsrail'in başkenti olduğu ABD tarafından ilan edildi.

Bölgede İsral’i tehdit edebilecek Türkiye haricinde önemli 3 ülke vardı. İran, Irak ve Suriye.

İran;

Yıllardır ABD’nin baskısıyla uygulanan ekonomik ambargo altında. İnim inim inliyor. Yerli sanayi ve endüstrisini kuramadı. Savaş endüstrisi ise çağdışı. Günümüz modern orduları ile rekabet edebilme şansı yok. Sadece Lübnan’da bulunan Hizbullah aracılığı ile gücünü gösterebiliyor. Şimdi birde Suriye’de askeri varlığı var. Askeri Üs kurmak istiyor. Ancak, İran’a ait ve kurulması düşünülen askeri üsler daha kurulmadan İsrail uçaklarınca vuruluyor. Suriye de bir İran varlığına İzin verilmiyor.

Irak;

Saddam israil’e füze atan ilk müslüman liderdi. Saddamı türlü bahanelerle devirdiler. Irak denilen ülke darmadağın edildi. Kuzeyde özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. Araplar Şii ve Sunni olarak bölündü. Müslüman halkı birbirine düşman oldu. Bir birilerini boğazlamak için tetikte bekliyor, fırsat kolluyorlar. Artık, Irak’ın İsrail’e tehdit olma imkanı mümkün değil. Irak’ın üstüne bir çizgi çekildi.

Suriye;

İsrail’e komşuydu. Tehlike arz eden bir ülkeydi. İç savaş çıkarıldı. Suriye halkı bir birine kırdırıldı. Masum insanlar topraklarından oldu. Milyonlarca Suriyeli yurtsuz ve vatansız olarak başka ülkelerde göçmen durumunda yaşıyor. Neticede, Suriye bölündü. ABD’nin desteklediği PKK/PYD topraklarının % 40’nı işgal etti. Silahlı Sunni muhalefet İdlip’te ve Suriye güneyinde kolu kanadı kırılmış vaziyette, abluka altında alındı. Suriye artık İsral için bir tehdit değil. Suriye’nin de üstüne bir çizgi çekildi.

Türkiye;

İsrail’in varlığı için uzun vadede en tehlikeli ülkeydi. AKP hükûmetleriyle birlikte sürekli iç sorunlarla uğraştırıldı. En başta Silahlı Kuvvetler hedef seçildi. Darmadağın edildi. Eğitim yaz-boz a döndü. Adalet/Hukuk’ta payını düşeni aldı. Devlet bürokrasisinde alışılmışın dışında tayin/terfiler yapılır oldu. Devlet aygıtının genleri ile oynanıyordu. Ülkede saygı duyulan ve ortak değer kabul gören figürlere ölçüsüz saldırılar yapılıyordu. O kadar ileri gidildi ki; hatta memlekette TÜRK ırkı yoktur tartışması TV ekranlarında tartışılır olmuştu. Türk devletinin kurucusu Atatürk en ağır saldırılara maruz kalıyordu. Hükûmet FETÖ nün sözde olimpiyatları için para bile basıyordu. Bu süreçte siyasi iktidar ABD’nin Ortadoğu politikasının en iyi tetikçisi ve destekleyicisi oldu.
ABD nin projesi tıkır-tıkır işliyordu.
Hatta Ortadoğu’nun yeniden tanzim edilmesi amacını güden BAP’ eş başkanı bile olundu. Dünyada eşi benzeri görülmeyen bir aldanma ile Türkiye kendi ayağına sıkıyordu. ABD ile müşterek hareket edildi. Ve Suriye iç savaşı desteklendi.
Bu süreçte; Bir bayram günü Peşmergeler Türkiye topraklarından geçerek Suriye/ Kobani'de sıkışan PKK'nın kurtarılması için yardıma getirildi. İşin akıl almaz ve düşündürücü yanı o dur ki: Türkiye'ye "Suriye'de bir PKK devletinin kuruluşu kendi eliyle kobani kurtarılarak yaptırılıyordu".
Türkiye bu süreçte; kendi iç sorunları ile uğraştırılmıştı.Yıllarca enerji boş işlerle tüketilmişti. Atı alan Üsküdarı geçiyordu. Birde FETÖ denilen örgüt başına bela ettirilmişti.
ABD’nin artık Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı.
PKK/PYD olanca gücüyle desteklendi ve Suriye’nin %40’ı PKK kontrolüne geçirilmişti. Artık Türkiye güneyden kuşatılmıştı. Ayrıca, İran’ın Suriye'ye doğrudan müdahalesi Suriye'de oluşturulan PKK ile engellenmiş, bölgede olmayan ABD artık Suriye’ye yerleşmişti. ABD bölge ülkesi olmuştu.

Sonuç olarak;

1. Türkiye - Suriye sınırında daha önce olmayan (900 km sınır boyunca) yeni bir PKK tehdidi ile tanıştı. PKK ile komşu oldu. Bu şekilde yıllarca sürecek bir sorunun tohumu atılmış oldu.
2. Suriye içinde İsrail’e destek bir PKK /PYD özerk alanı oluşturuldu. (Aynı alan Irak kuzeyinde de oluşturulmuştu. Bu bölgede yapılan bağımsızlık halk oylamasında, devlet olarak tanıyacağını İSRAİL açıklamıştı.).
ABD, Suriye'de oluşturduğu PKK devletine 2017 de 450 milyon dolar askeri yardım yaptığını açıkladı. 2018’de 500 milyon dolar silah yardımı yapacağını deklare ediyordu. Ayrıca PKK militanlarına 400 dolar civarında da maaş bağlamıştı. ABD bu alanı kullanarak bölgedeki her türlü gelişmeyi kontrol edebilecekti.
3. Türkiye, Suriye, Irak ve İran bertaraf edilmiş, İsrail’in varlığına tehdit olacak bir bölge devleti kalmamıştı. Her ülkenin yılarca çözemeyeceği sorunları var edilmişti.

Ve Siyonist plan uygulandı:

Türklerin egemenliğinden çıkışının 100’ncü yılında İsrail'in başkenti olduğu ABD tarafından ilan edildi.


Şark Meselesi: "Hedefteki Ülke Türkiye-2"

Yabancılara Göre Şark Meselesi
Fransız tarihçi Albert Sorel, Şark Meselesi; “Türklerin Avrupa’da mevcudiyetleri ile başladı.”  diyerek meselenin aslında bir Türk meselesi olduğunu vurgulamıştır. Albert Sorel’in sözü hiçte yabana atılacak türden değildir. Çünkü Katolik Kilisesi Kardinallerinden Newmann’ın 1854’te söyledikleri  Sorel ile örtüşmektedir. 
Kardinal Newmann şu çarpıçı açıklamayı yapmıştır: “Vizokotlardan, Saresenlere değin, Hristiyanlık ile temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu genel kuralın tek istisnası Türklerdir. Hristiyanlığı kabul etmek şöyle dursun, Hristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmışlar; tarih sahnesine çıktıkları 1048 yılından beri, Hristiyan (Haçlı) düşmanlığının öncüsü, sözcüsü, simgesi olmuşlardır. Bu yüzden Türkler, Katolik Kilisesi (Vatikan Devleti)’nin XI-XVIII. yüzyıllar arasındaki en önemli sorunu, düşmanı olarak görülmüşlerdir. Hatta, Papalık Devleti’nin son bin yılı Türklerle savaşarak geçmiştir denilebilir. Türklerin savaş gücünü inkar etmiyorum. Ama işte bu güç, onları, imanın ve uygarlığın amansız düşmanı yapıyor. Onun için, Türklerle savaşmak onları yok etmek zorundayız.”
Ünlü Romen tarihçi T. G. Djuvara’nın Cent Projests De Partage De La Turquie adlı eserine önsöz yazan Fransız devlet adamı Lois Renault, Sorel’in açıklanan tarihî sözüne şu cümleyi eklemiştir:  “Buna, Türkleri Avrupa’dan atmak için hazırlanan projeler ve hatta girişilen teşebbüsler ilave edilebilir.”
T.G.Djuvara ise; Şark Meselesi’nin, daha Türklerin Avrupa’ya gelmelerinden önce Anadolu’ya ayakbastığı günden itibaren, Hristiyan devletler onları Asya’da mümkün mertebe uzaklara sürmek için Haçlı Seferleri ile başladığını ifade etmekte ve “Doğrusunu söylemek ve tarafsız olmak gerekirse, Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin hiçbir zaman dostça olmadığını belirtmek icap eder; kabul edelim ki çağdaş hoşgörü anlayışına rağmen, bu milletler arasında, bugün de özellikle Hristiyanlar’dan kaynaklanan bir hınç alma duygusu bulunmaktadır.”  demektedir.
Edouard Drıault Şark Meselesi’ni “İslam-Hristiyan mücadelesi” olarak yorumlarken,  Matthew Smith Anderson, “Bir zamanların büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun, XVIII. yüzyılda çökmeye başlamasyla çöküşün büyük Avrupa devletleri arasında yarattığı rekabet ve Avrupalı devletlerin emelleri yüzünden çıkan bir meseledir.”  şeklinde Avrupalı güçlerin Osmanlı Devleti topraklarının paylaşılması olarak nitelemektedir.
Fransız ünlü yazar Sinyobos Fransız okullarında da okutulan tarih ders kitaplarında Şark Meselesi’ni şöyle tarif etmektedir; “XVIII. asırdan itibaren Rusya ve Avusturya-Macaristan Devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nu istila etmeye ve onun Hristiyan tebaasını isyan ettirmeğe çalışmışlardır. Bu çalışmalar, Fransa aleyhine açılan muharebelerle inkıtaa uğradı. 1815 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu hâlâ mülk-i tamamiyetini muhafaza ediyordu. Rusya’nın bu tehdidi, Osmanlı Devleti’nin ne olacağı bir mesele idi. İşte bu meseleye bir müddet sonra isim takıldı ve adına Şark Meselesi denildi.”  şeklinde ifade ederken bir de bu meselenin çıkışı ile ilgili tarih zikretmektedir.
Rus yazar Soloviyef’e göre Şark Meselesi; “Hristiyan Avrupa Milletleri’nin Müslüman şark milletlerini iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından meydana gelen tarihî meselelerin hepsidir. Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu, sebepler ihdas ederek parçalamak ve zaptetmek arzusundan ve Osmanlı idaresi altında bulunan muhtelif milletlerden bazılarının istiklallerini temin etmek istemelerinden meydana gelen tarihî meselelerin heyet-i mecmuası, Şark Meselesi adını almıştır.”  
A. Malet-P.Grillet’e göre Şark Meselesi; “Türk İmparatorluğu’nun Doğu Akdeniz etrafında, Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’daki mevcudiyetinden kaynaklanan problemlerin bütünüdür.”
Günümüzde dünya üzerindeki güç mücadele alanları ve sebeplerinin açıklanmasında; Harvard Üniversitesi John M.Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Samuel P. Huntington’un “Foreign Affairs” dergisinin 1993 yılında yayınlanan “The Clash of Civilizations - Medeniyetler Çatışması” konulu makalesi dikkate değer çarpıcı bir yorum getirmektedir. Yazarın mevki ve görevi göz önüne alındığında makalede ileri sürülen görüşler mensubu olduğu devletin bakışını yansıtması açısından önem arz etmektedir. Yazar makalesinde Haçlı zihniyetini ve Şark Meselesi’ni hatırlatmakta ve tekrar gündeme getirmektedir. Şark Meselesi mantığının günümüzün süper gücü ABD’nin bakış açısından da değişmediğini göstermesi bakımından Prof. Dr. Samuel P. Huntington'un makalede belirtilen görüşlerini aşağıda özetlemeyi yararlı görüyoruz:
“Yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı ideolojik ve ekonomik değil, kültür temelinde olacaktır. Medeniyetlerin çatışması kaçınılmazdır. ...Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi din yoluyla farklılaşırlar. Asırlar boyunca en uzun ve şiddetli mücadeleler medeniyetler arasındaki farklılıklardan husule gelmiştir... Batı Hristiyanlığının doğu sınırı günümüzde de 1500 yıllarında ki sınır hatlarına tekabül eder görünmektedir. Bu hattın batı ve kuzeyi Katolik ve Protestan, doğusu ve güneyi Ortodoks ve Müslüman kültür çevresidir. Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaki fay hattı boyunca cereyan eden mücadele 1300 yıldan beri devam etmektedir... Osmanlı Türk gücünün gerilemesi ile İngiltere, Fransa ve İtalya Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da denetim kurmuşlardır... Batı ile İslam arasında yüzyıllardan beri devam eden askerî etkileşmenin sona erme ihtimali yoktur... Şayet olursa bundan sonraki Dünya Savaşı medeniyetler arası savaş olacaktır... Türklerin İslam aleminin önder gücü sıfatıyla Güney-Doğu Avrupa, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkelerindeki mutlak hakimiyetine karşı koyamayan, Orta Avrupa yönündeki yayılmasını güçlükle durdurabilen Avrupalılar, Türkleri anlaşılması, uzlaşılması, bir arada yaşaması caiz olmayan kafirler saymakla beraber, Osmanlının karada ve denizde yenilmez bir güç üstünlüğünü temsil ettiği sürece Türklere karşı medeni, ırki bir üstünlük iddiasında bulunmamışlardır. Hatta böyle güçlü, yetenekli meziyetli örnek müesseselere sahip bir milleti Hristiyanlığa kazanamayışlarından dolayı hayıflanmışlardır. Türk gücünün zaafa uğradığı dönemde ise Batının Türk’e karşı bakış tarzı değişmiş, Türk sadece rakip bir din ve medeniyetin mensubu değil, medeniyet yaratmağa, medenileşmeye istidatsız, tahripkar, tembel, zeka ve fikir yeteneklerinden yoksun, zalim, sarı ırktan gelme Moğol melezi bir ırk şeklinde gösterilerek aşağılanmıştır. Türklük Doğu ve Batı Hristiyanlığının ortak eylemi ile Avrupa’dan çıkarılmıştır...”
Türklere Göre Şark Meselesi:
Türk milletinin her dönemde ortaya koyduğu güç ve büyüklük sebebiyle, Şark Meselesi bir sorun olarak düşünülmemiş, ayrıcalıklı ve üzerinde durulmaya değer bir mesele olarak dikkate alınmamıştır. Bunun sonucu olarak Türk yazarları Şark Meselesi’ne Batılılar kadar ilgi göstermemişlerdir. Ancak, Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinde “Şark Meselesi” çok daha fazla Türk düşünürlerin gündemine girmiştir. Bu  konuyla ilgilenenler, Şark Meselesi’ni şöyle ifade etmektedirler:
Tüccarzade İbrahim Hilmi 1332/1916’da yayınladığı eserinde “Dünkü Şark Meselesi Türkler’in Avrupa’dan Asya’ya atılmaları demekti, bugünkü Şark Meselesi de Anadolu topraklarının Avrupa devletleri arasında şimdi iktisaden bilahare siyaseten taksimi meselesi demektir.”   diye söz etmektedir.
Prof. Dr. Enver Ziya Karal; “Şark Meselesi terimi ilk defa 1815’te Viyana Kongresi’nde Rus delegasyonu tarafından kullanılmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında Şark Meselesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, XX. yüzyılda ise İmparatorluğun bütün topraklarının paylaşılması manasında kullanılmıştır.”  şeklinde açıklamaktadır.
Prof. Dr. İsmet Miroğlu’ya göre; “Şark Meselesi, Batı’nın geçmişte Osmanlı’yı günümüzde ise ülkemizi parçalama planları, çabaları”  olduğu düşüncesindedir.
Şükrü Kaya Seferoğlu: “Şark Meselesi’nin bugün hâlâ devam ettiğini, ekonomik, politik, askerî ve kültürel yönleri olan bu meselenin dinî ve ırkî ayrıcalık yaratmak, tahrik ve teşvik etmek gibi bir uygulamasının olduğu ve Türkiye’nin Güneydoğusu’nda devam ettirilen huzursuzluğun Şark Meselesi’nin günümüz dünya şartlarındaki bir tezahürü olarak görülmektedir. Güneydoğu’da, Anadolu’da silahlı hareket şeklinde devam eden; Ortadoğu, Avrupa’da ve daha bir çok yerde kültürel, siyasî ve iktisadi destek gören olayın adı Yeni Şark Meselesidir.”
Prof. Dr. Esat Uras’a göre; “Şark Meselesi olarak bilinen ve değişik periyotlarla dünya kamuoyuna sunulan bu konu gerçekte Osmanlı Devleti’ni imha planından başka bir şey değildir.”  Bir diğer kaynağa göre Şark Meselesi; “emperyalist ve sömürgeci Avrupa devletlerinin Osmanlı teb'ası Hristiyanların haklarını korumak bahanesi ile Osmanlı topraklarını parçalayıp paylaşmayı” ifade etmektedir.”
Arslan Topçubaşı’na göre Şark Meselesi; “Tarih boyunca Hristiyan Batılı milletlerin (bunların etkisiyle Türk asıllı olmayan diğer Müslüman milletlerin) Müslüman Türk milletini, devletini, sosyal, ekonomik, sanayi, kültür ve siyasî etkisi altına almak ve öylece tutmak veya yok etmek kasdından ve gayesinden kaynaklanan meselelerin tümüne verilen isimdir.”  
Raif Karadağ Şark Meselesi’ni iki farklı şekilde ifade etmektedir:
                (I)  Hristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman şark milletlerini, iktisadî ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak maksadından meydana gelen tarihi meselelerin hepsidir.
                (II) Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu, sebepler ihdas ederek parçalamak ve zapt etmek arzusundan ve Osmanlı idaresi altında bulunan muhtelif milletlerden bazılarının istiklallerini sağlamak istemelerinden meydana gelen tarihi meselelerin tümüdür.
Doç. Ali Sarıkaya, “Şark Meselesi ve Tarihsel Gelişimi” başlıklı makalesinde Şark Meselesi’ni, XI. Yüzyıldan itibaren Türk-Avrupa mücadelesi olarak görmekte ve “Türklerin Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hristiyanları kurtarmak, onlar lehine reformlar yaptırmak, Osmanlı İmparatorluğu’ndan her türlü imtiyazı koparmak, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve paylaşmak, böylece Türkleri Avrupa ve Anadolu’dan atmak”   olarak tanımlamaktadır. Sarıkaya, Şark Meselesi’nin devam ettiğini, “günümüze kadar geçirdiği safhalar göz önünde bulundurulduğunda da, daha uzun yıllar devam edeceğini söylemek tarihî gerçeklere daha uygun düşmektedir.”  sonucuna varmaktadır.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Şark Meselesi’ni; Osmanlı Devleti’nin etnik gruplar oluşturulmak suretiyle parçalama politikası olarak ifade ederken, Kürt konusunun da söz konusu projenin bir parçasını oluşturduğunu  belirtmektedir.
Prof. Dr. Çevdet Küçük Şark Meselesi’ni; “Avrupa büyük devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nu iktisadi ve siyasî nüfuz ve hükmü altına almak veya sebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletlerin istiklallerini temin etmek istemelerinden doğan tarihi meselelerin tümü”  olarak tarif etmektedir. Konu ile ilgili bir diğer değerlendirmede de; “Avrupa’ya karşı Türk’ün asırlardır süren ölüm kalım mücadelesi ”   olarak görülmektedir.
Prof. Dr. Bayram Kodaman ; Şark Meselesi’nin temelinde Hristiyan-Müslüman veya Avrupa-Türk münasebetleri yatmakla birlikte, “meselenin İslamiyeti de temsil eden Türk devletleri ile Batı devletlerinin meselesi” olduğunu  belirtmekte ve Şark Meselesi’nin iki ana safhada incelenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bunlardan birincisinin “1071-1683” yılları, diğerinin ise “1683-1920” yılına dek süren safha olduğunu söylemektedir.  Kodaman, şöyle devam etmektedir: “Balkan Meselesi, bir Ermeni Meselesi, bir Kutsal Yerler Meselesi, Şark Meselesi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan ve Asya toprakları üzerindeki politik tezahürleridir. Osmanlı tebaası ile ilgili olan meselelerin temelinde Batılı devletlerin çeşitli menfaatleri yanında, Batı’nın dinî şuurla beslenen siyasî ve millî tahrikleri de rol oynamış bulunmaktadır.”
Nevzat Denk, “Gerek Balkanlar gerekse Ortadoğu ve Doğu Anadolu ile ilgili tüm sorunların ortaya çıkış sebebini, Şark Meselesi’nin uygulamaya konulması temel düşüncesinden kaynaklandığını” ifade etmekte ve “günümüzde de Ortadoğu, Filistin, Kıbrıs, Ege, Irak ve petrol, irtica ve bölücülük sorunu olarak mevcut olan Şark Meselesi, jeostratejik ve ideolojik görünümüyle varlığını sürdürmektedir.” demektedir.
Şark Meselesi; Türklerin batıda kendilerini hissettirdikleri andan itibaren oluşmaya başlamış, meselenin taraflarına göre farklı anlamlar içeren, çağa göre kendini yenileyen, Türk milletinin bekasını ve refahını doğrudan ilgilendiren bir kavramdır. Şark Meselesi terimi çoğu zaman belirli bir kronoloji veya zaman dilimi söz konusu edilmeksizin, Batı’nın Türklerle mücadelesinde Batılı devletlerin niyetlerinin adı olmuş  ve kuşaklar boyunca, Avrupa diplomasi tarihinin bir parçasını teşkil etmiştir. Hatta sadece diplomaside değil Türk düşmanlığı bugün bile söylenegelen bir çok halk şarkısına yansımıştır. 
Şark Meselesi’nin amaçları için bir çok farklı fikir ifade edilebilir. Fakat nihai hedef, Türk milletini tarih sahnesinden silmektir. Nitekim Avrupa-Türk mücadelesinde, Şark Meselesi Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Harbiye Nazırı Lord Kitchener’in;“Türkleri dünya haritasından silinceye kadar harbe devam etmeliyiz.”  sözü bunun en açık ifadesi olmuştur.
Avrupa, Türkler tarafından kurulan her devleti, Hristiyanlığın ve büyük Avrupa önünde bir engel, bir tehdit olarak algılamıştır. Ve bu tehditi ortadan kaldırmak adına, gücü nisbetinde caba harcamış ve amacına ulaşmak için her yol ve yöntemi mubah saymıştır. 
Türk varlığına duyulan tahamülsüzlük haritalara bile yansımıştır. Öyleki dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde bile Osmanlı Devleti diğer adıyla “Devlet-i Aliyye”, Vatikan Katolik Kilisesi tarafından yaptırılan haritada bile yer verilmemiştir.
Vatikan Kardinaller Meclisi 1662’de devrin harita uzmanı Guiliane Cordetti’ye, aslı Papalıkta muhafaza edilen kiliselere kopyaları gönderilen bir dünya haritası hazırlatılmıştır. Hazırlanan dünya haritasında, Osmanlı egemenliği altında olan Yunan, Bulgar, Arap, Romen, Sırp, Ermeni vb. tüm unsurlar daha o dönemde ayrı bir devlet olarak gösterilirken Türk ve Osmanlı ismine yer verilmemiştir.
Avrupa ve Avrupalı, zaman, zaman Türk’ü, sadece “farklı inanç” olarak değil, “tarihi düşman” ve “medeniyet tahripçisi” olarak da görmüştür. Türkler hakkında Batı’da din adamlarından, devlet yöneticilerine hatta düşünürlere kadar her kesimden insan Türkleri bu bakış açısı ile görmüş, Türk düşmanlığı geleneksel bir durum almıştır. Örneğin Evrim Teorisi’nin sahibi Charles Darwin Türklere en sert tepki gösteren düşünürlerden biri olmuştur. Türkler konusunda Darwin’in fikirleri çok aşırıdır. Charles Darwin, Türkler hakkında şunları söylemektedir: “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin umduğunuzdan daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa ulusları ne kadar büyük risk altında kalmıştı. Ama artık bugün Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünya’nın çok daha az olmayan bir geleceğine baktığımızda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elime edileceğini görüyorum.” 
Sonuç olarak;
Konuyla ilgili ilim ve fikir adamlarının tespitlerinden de anlaşıldığı üzere; Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve topraklarının paylaşılması, Türkler’in Anadolu’dan sürülmesi anlamında uzun süreli bir Şark Politikası’nı takip etmişlerdir.
Şark Meselesi’nin Batı için çözümün adı olan Sevr ile 1920'de parçalanan Türkiye, 1923’de Lozan Antlaşması ile tekrar ayağa kalmıştır.  Sevr’in etkilerinin, Lozanla birlikte ortadan kalkması gerekirken, Sevr; tarihsel nedenlerle hâlâ Batı tarafından tartışma konusu yapılmaya devam edilmektedir.
Sözde “Ermeni Soy Kırımının Kabulü” tasarıları Batı ülkelerinin meclislerinde kabul edilmekte, Türkiye mahkum edilmeye, sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Öte yandan PKK terör örgütü 1980 li yıllardan itibaren sözde “Büyük Kürdistan kurma” ideali ile batı ülkelerinde örgütlenmekte, destek görmekte ve Türkiye’nin terör olayları ile zayıflatılmaya çalışılmasına destek olunmakta, ulusal birliğimizi hedef alınmaktadır.
Günümüzde de Sevr’de olduğu gibi aynı şekilde bir “Ermeni ve Kürt Meselesi” yaratma çabalarının yeni boyutlar kazanarak devam ettirildiği görülmektedir.
Şark Politikası mantığı ile hareket eden dış güçlere; ülkemiz içerisindeki yerli işbirlikçileri Türkiye’yi parçalamak, Türkiye’den toprak kopartmak, Türkiye’yi ufaltmak, Türk vatanının ve Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü yıkmak peşinde olmuşlardır.  
Nitekim bölücü başı Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra Avrupalı güçlerin maşası olduklarını itiraf etmek durumunda kalmıştır.  Dıetrıch Alexander imzasıyla Die Welt Gazetesi’nde yayınlanan haberde; “tutuklu PKK terör örgütü liderinin kendisini batı'nın Türkiye'nin bölünmesine yönelik masası” olarak nitelendirdiğini yazmaktadır.”
Avrupa’nın tarihsel kompleksinden kaynaklı “Yeni Şark Meselesi” politikası;  “Türkiye Cumhuriyeti’nin büyümesinin ve güçlenmesinin durdurulması, topraklarının bölünmesi şeklinde şekillenmekte olduğunu” görüyoruz.
Şark Meselesi anlayışının ve Türk düşmanlığının Batı’da hâlâ sürdüğünü gösteren en açık örneklerden biride, Türkiye’nin AB’ne giriş taleplerine karşı, Avrupa kurumlarından yükselen muhalefettir.

Bu yeni şark politikasıyla;

  •     Türkiye’nin doğusunun bölücülük (PKK) faaliyetleri ile koparılması, bunun için PKK’yı desteklemek,
  •        Ülke meclislerinde “Sözde Ermeni Soykırımı yasalarının” kabul edilerek, Ermenilere tazminat ve toprak verilmesinin gündeme getirilmek,
  •      Türkiye’nin güçlenmesini sağlayacak Jeo - Stratejik ve politik gelişmeleri engellemek veya durdurmak, 
  •        Türkiye’nin coğrafi  olarak Ortadoğu ile irtibatını kesmek, bunun için; Suriye’de Türkiye sınır boyunda Akdeniz’e açılan bir PKK devleti,   Irak’ta’ da Türkiye’ye hasım  bir Kürt devleti kurulmasına destek vermek,
  •       Irak ve Suriye’de kurulacak Kürt devletleri vasıtasıyla Türkiye’nin ulusal güvenliğinin tehdit etmek, bu gelişmelerle ülkemizde iç kargaşa ortamı yaratılmak,
  •        FETÖ ve benzeri örgütleri destekleyerek veya yoktan kurarak ülkede iç istikrarsızlık yaratmak ve dış güçlere müdahale olanağı verilmesi amaçlanmaktadır.


21 Kasım 2017 Salı

Şark Meselesi: "Hedefteki Ülke Türkiye-1"

Ülkemize yönelik tehditlerin tarihsel kökenleri bulunmaktadır.
Bilindiği üzere Türkiye, ABD ve Avrupa’nın büyük devletlerince etki altına alınmak ve  ulusal güvenlik sorunları ile karşı karşıya bırakılmak, zayıflatılmak istenilmektedir. Son dönemde yaşanan olaylardan, yapılan uygulamalardan bu durumu gözlemleyebiliyoruz.
Siyasi iktidarın doğru ve yerinde alınan kararları ve proaktif yönetim tarzı  şer güçlerin sevincini yarıda bırakacaktır. Bununla birlikte "iktidarın öngörüsüz, basiretsiz yönetiminin dış güçlere davetiye çıkardığını söylemek doğru olmakla birlikte yeterli bir açıklama olmayacaktır."   Ülkemize yönelik kötü niyetin nedenlerini anlayabilmek için konuya  daha geniş bir perspektiften bakılmasını zorunlu kılmaktadır. 

Türkiye genel olarak; 
  • Siyasi liderlik sorunu yaşadığında, 
  • Bölgemizde küresel güç merkezlerinin çıkar çatışmaları olduğunda, 
  • Türkiye bölge  ve iç sorunların çözümünde  kendi öz gücüyle inisiyatif aldığında  planlı ve sistematik bir şekilde saldırı ile karşı karşıya kalıyor.

Bir süredir egemen güçlerin Ortadoğu’yu;
  • yeniden tanzim etmek, 
  • daha küçük ülkelere bölmek, 
  • kalıcı iç sorunlar yaratmak  istediklerini  görüyoruz.
Emperyalistlerin oyunlarına dur diyebilecek  veya   İleride baş ağrıtabilecek durumda olan en önemli bölge ülkesi  ise Türkiye. Türkiye bölgede  kendi çıkarlarına yönelik hareket tarzı geliştirmeye çalıştığında,  ABD, NATO, Rusya ve Avrupa ülkelerinin tehditkâr ve düşmanca  tavırları ile karşı karşıya kaldığına tanık  oluyoruz.
Türkiye neden hedefte?
Ülkemize yönelik tehditlerin geçmişi çok daha gerilere dayanan tarihsel kökenleri bulunmaktadır. Bu durumun tarihsel arka planını bir kez daha hatırlamak amacıyla bu makale kaleme alınmıştır.
Geçmişten günümüze Türklere yönelik proje ve planlar  yapılmıştır. Türklere yönelik bu planlamalar Şark Meselesi olarak adlandırılmıştır. Tüm bu gerekçelerle  üzerinde kitaplar yazılan “Şark Meselesini” kısaca tekrar hatırlatmak faydalı olacaktır.
Şark Meselesi
Avrupa ve Ortadoğu tarihinin son 1000 yıllık sürecini inceleyecek olursak, Türklerin bu coğrafi bölgede kesintisiz olarak yer almaya başlamalarından itibaren günümüze kadar Avrupa’nın bir parçası olduğunu görmekteyiz.
Avrupa’nın parçası haline gelen Türklerle Avrupalılar arasındaki ilişkiler günümüze kadar güç dengesine bağlı olarak bazen Türkler, bazen de Avrupalı devletler lehine devam etmiştir.
Bu mücadele;
ilk dönemlerde Anadolu coğrafyasında Türk kalıcılığını yok etmek için olurken, daha sonra Türklerin Avrupa’da ilerlemesini önlemek, durdurmak, müteakiben de Türk İmparatorluğu’nun zayıflamasından, güç dengesinin Avrupalılar lehine gelişmesinden sonra Türklerin Avrupa’dan çıkarılması ve Türk egemenliğinde bulunan tüm toprakların elinden alınması şeklinde bir seyir izlemiştir.”

Şark Meselesi;
  • İngilizler “Eastern question”,
  • Almanlar “qrientalische Frage”, 
  • Ruslar” Vostocnıy vopros” 
  • Fransızlar “question d’Orient”,  isimle tanımlanmıştır. 

Şark Meselesi konusunda yerli - yabancı birçok politikacı ve tarihçi  görüş ortaya atmıştır. Bu görüşlere göre yapılan tanımlamalarda bir paralellik görülmektedir. Konuya ilişkin yabancı ve Türk düşünür ve yazarların; " bulunduğumuz zaman dilimini de kapsayacak şekilde tarihsel kökenlere bağlı tehditin yani Şark Meselesinin  günümüzde de devam ettiği konusunda tespit ve tahlilleri bulunmaktadır."
Bir çoklarımız Şark Meselesini "komplo teori olarak" görebiliriz. O yüzden objektif bir değerlendirme için  konuya ilişkin düşünürlerin  fikirlerinin  ortaya konulması gerekmektedir. Bir sonraki makalemizde  "hem yabancı, hemde Türk bakış açısına göre  Şark Meselesi" açıklanmaya çalışılacaktır. 

16 Nisan 2017 Pazar

16 Nisan: “Modern Türkiye’nin Sonumu - Yoksa Yeniden Yükselişimi?

Genç Türkiye: Ümmetten millet olmayı başardı. 

Türkiye 1923‘te yıkılmış ve işgal edilmiş bir imparatorluk mirası üzerinde topyekûn sürdürülen bir İstiklal Savaşı sonucunda kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti‘ni kuran kadro; Parlamenter Sistemi ve “Üniter - Milli Devlet”i esas aldı. Modern dünyanın kabul ettiği evrensel değerler,  demokratik ve laik yönetim şekli benimsendi. Ülkemiz kısa sürede büyük atılım yaptı. Ümmetten millet olmayı başardı. Dünyada kabul gören, saygın bir ülke oldu.

 SSCB’nin Çöküşü Yeni Gelişmelere Başlangıç Oldu:

SSCB’nin çöküş süreciyle birlikte ülkemiz emperyalist ve Siyonist güçlerin hedefi haline geldi. SSCB’nin gücünü koruduğu dönemde istikrarlı bir Türkiye, ABD ve diğer güçler için gerekliydi. Ancak SSCB’nin gücünü kaybetmesiyle birlikte, Türkiye’ye eskisi kadar ihtiyaç kalmadı.

Batı;  1990 lı yıllardan itibaren İslam ülkelerinde “Siyasal İslam” diye adlandırılan, dini referans alan, İslami motifli, siyasi hareketlerin önünü açtı. Bu tür siyasi akımların demokratik usul ve yöntemlerle sisteme angaje edilmesi desteklendi.

Bu sürece paralel olarak;  İslam ülkelerine örnek gösterilen Türkiye’de -İslam motifli - siyasi akımların kurulması ve güçlenmesinin önü de açılmış oldu.

 AK PARTİ kuruluşundan kısa süre sonra  iktidara geldi.

Ülkemizde;  Milli Görüş olarak bilinen siyasi hareket içinden ayrılanlar; bugün ülkemizi yöneten AK PARTİ’yi kurdular. AK PARTİ kuruluşundan kısa süre sonra 2002 de iktidar oldu. AK PARTİ liderlerinin o süreçte çok sık aralıklarla ABD ye gittiği ve oradaki ilgili kurum ve kuruluşlarla iştiraklerde bulunduğu gözlemlendi. AK PARTİ’nin geçen süreç içerisinde Mısır merkezli “Müslüman Kardeşler”e yakın bir ideolojik çizgiyi benimsediği görüldü.

Türkiye AK PARTİ ile birlikte; daha önce tanık olmadığımız bir kısım söylemelerle karşı karşıya kaldı. Özellikle Çözüm süreci olarak isimlendirilen süreçte;
Üniter Milli Devlet”
“Ülke yönetim sistemi”,
 “TSK ve
“ Atatürk”
 gibi daha önce gündeme getirilmeyen bir çok konu devletin kuruluş nitelikleri tartışmaya açıldı.

“Jeopolitik Riskler” Etkili Oldu.

Dünyada değişen  “Jeopolitik Riskler” göz önüne alındığında Siyasal İslam olarak isimlendirilen politik hareketlerin başta ABD ve İsrail olmak üzere Batı’nın orta vadeli çıkarları ile örtüşmediği görüldü.  Çünkü;  “kestirilemez ve öngörülemez uygulamalarla” yeni istikrarsızlıkların odağı olabilme potansiyeli vardı.

İlk pratik tepki Mısırda verildi.

Daha önce ABD ve Batı tarafından desteklenen "Müslüman Kardeşler" ideolojisini benimsemiş ve seçimle iş başına gelmiş olan Mursi yönetimi hedefe oturdu. Ve Mısırın "Siyasal İslam" görünüşlü iktidarı askeri darbe ile alaşağı edildi.  Askeri yönetim ABD tarafından desteklendi. Mursi’yi iktidara getiren güç, aynı şekilde iktidarını da elinden almış oldu. Bu dönemde AKP, Mısırın devrik yönetimine destek verdi.  Mısırın devrik liderliğine destek figürü olan “RABİA” Türk kamuoyu ile tanıştı.

ABD ‘de Başkan seçilen Donald Trump bir çok ülke liderini sırada bekletirken Mısırda askeri darbe ile Müslüman Kardeşleri deviren yönetimle diyalog kurdu.  Trump, Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah Sisi ile Beyaz Saray'da görüştü.

Batı; Türkiye'de AKP liderliğine  ilk dönemde çok ciddi destek verdi.

Bu destek Mısır süreci ile birlikte geri çekildi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şahsında eleştiriler yoğunlaştı. Demokratik dışı uygulamalara, despotik yönelimlere giriştiği ve kökten dinci, radikal akımlara destek verildiği savıyla  başta ABD olmak üzere AB ülkelerinden eleştiri  getirildi.

Bugün 16 Nisan 2017

“Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi” halk oyuna sunuldu ve %51.33 ile kabul edildi. Bu oran ülkenin yönetim sisteminin değiştirmesine halkın güçlü bir onay vermediğini gösterdi. Çok az bir oranlada olsa, ülkemizin yönetim sistemi değişti. Parlamenter Sistem tarihe karıştı. Bir nevi Başkanlık  sistemine geçildi. Bu sistem ile birlikte ülkemizin kuruluşunda 1923 te benimsenen yönetim sistemi tarihe karıştı. Doğal olarak % 50 yakın milyonlarca seçmen kaygılıydı ve bu sonucu üzülerek kabullendi.

Seçim döneminde görüldüğü gibi; taraflar seçime eşit şartlarda giremedi. Orantısız bir şekilde seçim çalışmaları sürdürüldü.

EVET cephesinde; kamu ve devlet gücünün kullanılarak yürütülen seçim kampanyasına karşı, HAYIR cephesi böyle bir güçten yoksundu. Tanıtım ve propaganda faaliyetleri bir nevi asimetrik şekilde orantısız sürdürüldü.

HAYIR cephesi bu süreçte öngörülemez bir BAŞARI gösterdi.

Birçok ayrı fikre ve etnik yapıya sahip, normalde bir araya gelemeyecek milyonlar kendiliklerinden bir sivil toplum örgütü olarak HAYIR cephesinde yerini aldı. Sosyal medya kullanılarak yoğun bir ittifak kuruldu. Bu güç ülkemizde gelecekte olabileceklerinde bir ön izlemesiydi. Ülkenin sokaklarından, caddelerinden ve kamu alanlarından mahrum edilen, sindirilen HAYIR cephesi böylece mücadele azmini, yolunu ve yöntemini bulmuş oldu.

Halk oylamasındaki usulsüzlük iddiaları  tartışma yarattı. Secim sonuçlarına itiraz edildi. 

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Bülent Tezcan, referandumda açık sayım kuralının çiğnendiğini söyledi. Yüksek Seçim Kurulu'ndan (YSK) referandumu iptal etmesini isteyen Tezcan bunun için gerekirse önce Anayasa Mahkemesi'ne (AYM), sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvuracaklarını söyledi.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Sözcüsü Osman Baydemir referandum ile ilgili olarak yüzlerce itiraz dilekçelerinin Yüksek Seçim Kurulu'nda (YSK) olduğunu söyledi. Baydemir, "Hükümet sonucu ilan etmekte acele etmesin. İtirazlarımız sonuçlanana kadar seçim bitmemiştir' dedi.

Batı ülkeleri Halk Oylamasına ilgi gösterdi.  

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nden (AKPM) gözlemciler, "referandumun eşit şartlarda gerçekleşmediğini, referandumunun uluslararası standartların altında kaldığını belirtti".

ABD Dışişleri Bakanlığı; referandum oylaması ve kampanya süreciyle ilgili ilk gözlemlerini aktaran Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) teşekkür ettiklerini ve raporunda dile getirdiği endişeleri not ettiklerini kaydetti.

Almanya Başbakanı Merkel;, "Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın  ülkenin tüm kesimleriyle saygıya dayalı bir diyaloğa geçmesi gerektiğini belirtti. Oylamada usulsüzlük yapıldığı yönündeki iddialara ilişkin olarak Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) bugün yayınlayacağı ön raporun beklendiği ve federal hükümetin gözlemcilerin değerlendirmesine oldukça önem verdiği vurgulandı."

Belçika'da (Anayasa değişikliği referandumunda yüzde 80'e yakın "Evet" oyu çıkmıştı); "Türkiye kökenlilerin çifte vatandaşlığının iptal edilmesi tartışması yeniden gündeme geldi. Hükümet ortağı Flaman Hıristiyan Demokrat Partisi; Türkiye'de totaliter bir rejimi destekleyenlerin çifte vatandaşlığına son verilmesini istedi. Belçika'daki Türkiye kökenlilerin büyük çoğunluğunun totaliter bir sisteme destek verdiğini belirten Bogaert, bunun "kabul edilemez" olduğunu söyledi".

Guardian; "Devasa sonuçları olan az farkla bir kazanım."

Times: "Erdoğan'ın zaferi geride 'bölünmüş bir Türkiye' bıraktı."

The Economist; “Yabancı gözlemciler, hükümeti oylamayı kendi lehine etkilemekle suçladı. Hayır kampı da sahtecilik iddialarında bulunuyor. Ülke hiç olmadığı kadar bölünmüş durumda."

New York Times (NYT); "referandumun bir korku atmosferi içinde gerçekleştirildiğini", gazeteye konuşan Orta Doğu Demokrasi Projesi Türkiye uzmanı Howard Eissenstat da referandum sonucunu "Ülke için hayati önemdeki güçler ayrılığına indirilmiş öldürücü bir darbe" olarak yorumluyor ve "Yargı bağımsızlığı referandum öncesinde de şok edici biçimde zayıftı;  yeni sistem bunu daha da beter hale getirdi."

Council on Foreign Relations’ın (ABD’li düşünce kuruluşu) Türkiye uzmanı Steven Cook, referandumda ‘Evet’ sonucu çıkmasıyla birlikte modern Türkiye tarihinin sona erdiğini söyledi.  ‘Huzur içinde yat Türkiye, 1921-2017’ başlıklı bir yazı yazan Cook, ‘Evet’ oyu verilmesiyle Atatürk’ün hayal ettiği modernliğe konan karşıtlığın dillendirildiğini belirterek,  “Erdoğan sadece referandumu kazanmadı, ülkenin modern tarihinin bir devrini tamamen kapattı.”


Ülkemiz artık “yeni bir yönetim sistemiyle”  yönetilecek.

Umarım yazar Steven Cook ve diğerlerinin görüşleri gerçekleşmez.

Ülkemiz iç kargaşaya ve istikrarsızlığa doğru yelken açmaz.

16 Nisan 2017 “Modern Türkiye'nin sonu değil,
Yeni bir başlangıcın umudu olur.

Cumhuriyet; 15 Nisandan daha güçlü,
Güzel ülkemin kuruluş ayarlarına sadık,
Atatürk’ün izinde,  yeniden yükselişi olur..!