18 Aralık 2013 Çarşamba

“AKP - PKK Görüşmeleri: Barış Süreci Değil, Yeniden Savaş Sürecidir.”

Üniter, milli devlet sistemi var olduğu sürece; etnik bölücülerin, siyasal İslamcılarla işbirliği içerisinde, Atatürk ve O’nun miras bıraktığı devlet sistemiyle mücadelesi kaçınılmaz devam edecektir.

Komünist kuramcılardan Lenin “Üretim araçlarında özel mülkiyet düzeni var olduğu sürece, bu ekonomik temel üzerinde, emperyalist savaşlar, mutlak biçimde kaçınılmaz olacaktır.”  şeklinde mülkiyetin ideolojik mücadele sistemlerindeki belirleyiciliğine dikkat çekmiştir.

Bu kuramı ülkemiz şartlarında farklı bir şekilde uyarlamak mümkündür: “Büyük Atatürk’ün kurduğu üniter, milli devlet sistemi var olduğu sürece; emperyalist güçlerin desteğiyle; etnik bölücülerin, siyasal İslamcılarla işbirliği içerisinde, Atatürk ve O’nun miras bıraktığı devlet sistemiyle mücadelesi kaçınılmaz devam edecektir.”

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş sürecinde ve devamında iki grupla kıyasıya mücadele edilerek kurulmuştur.

Yukarıda öngörü olarak ifade edilen fikir, günümüz şartları içerisinde oluşan bir olgu değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süresi ve devamında emperyalist dış güçlerin desteklediği bu iki grupla kıyasıya mücadele edilmiştir. 

Genç Türk devletine meydan okuyan;
-  Eskiye özlemi çağrıştıran irticai, gerici akımlar ve,
-  Kürt bölücülüğü olmuştur.

“Üniter, Milli Devlet’e” muhalif olan gruplar ve yandaşları, Mustafa Kemal ATATÜRK döneminde ciddi, kalıcı ve kesin bir yenilgiye uğratılmıştır. Bu grupların yenilgiye uğramalarındaki etkenlerin başında; Büyük ATATÜRK ve arkadaşlarının üstün devlet adamı özellikleridir. Diğer önemli bir neden bu muhaliflerin arkalarında yeterli “halk desteği olmayışıdır.” Bununla birlikte emperyalistlerden arzu ettikleri dış yardımı alamamış” olmaları da ayrı bir etkendir.

NATO sayesinde ülkemizdeki iç dinamiklerin kontrolü dış güçlerin özellikle ABD’nin eline geçmiştir.

2 nci Dünya Savaşına kadar ülkemizde iç istikrarı bozucu ciddi olaylar olmamıştır. 2 nci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’nın ülkemiz üzerindeki baskısı ve Boğazlarda üs talep etmesinin de etkisiyle Türkiye NATO’ya girmiştir. NATO üyeliği “ülkemizin bağımsızlığından” da ödün verildiği yeni bir dönemi açmıştır. NATO sayesinde ülkemizdeki iç dinamiklerin kontrolü dış güçlerin özellikle ABD’nin eline geçmiştir.
Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünya düzeninde “Üniter Milli Devlet” ciddi bir saldırı ile karşılaşmamıştır. Egemen güçler, mevcut statükonun devamının kendi güvenliği ve çıkarları açısından uygun görmüşlerdir. Ancak “gerici dini gruplar, mezhepsel farklılıklar ve ayrılıkçı kürt bölücüler” gibi gruplar kargaşa ortamı yaratılması için istismar edilebilecek unsurlar olarak değerlendirilmiştir.
Nitekim 1970 li yıllardan itibaren Ortadoğu’da ABD-Rusya mücadelesi Türkiye’yi yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. ABD, komünist yayılmaya karşı “Yeşil Kuşak” olarak adlandırdığı strateji çerçevesinde ülkemizdeki dini gruplara destek olmuştur. Diğer yandan Türk devlet adamlarının öngörüsüzlüğüyle Türkiye; “Ortadoğu batağına çekilmiş, komşu ve islam ülkeleri ile arasını bozacak, ulusal güvenliğini tehdit edecek politik tercihlere yönelmiştir.”
Bu süreçte Türkiye; “İran-Suriye-Rusya” ittifakına karşı “ABD-İsrail-Türkiye” işbirliğinde yer almıştır. Rusya, Türkiye’nin cezalandırılması için düşmanca tavırlara girmiştir.  Bu çerçevede “ayrılıkçı kürt” kartını ileri sürmüş “Kürdistan İşçi Partisi-PKK” kurulmasında etkin rol oynamıştır. Rusya müttefiki olan Suriye’de, PKK’lı militanlarının barınma, üslenme ve eğitilmesini sağlanmıştır. Türkiye karşıtı cepheye daha sonra İran’da katılmış, PKK’ya topraklarını açmıştır.
Küresel rekabetin devam ettiği dönemde; PKK her ne kadar Rusya desteği ile kurulan bir örgüt olsa da, NATO üyesi ülkelerinde PKK’lı teröristlere kucak açmış ve her türlü desteği sonuna kadar vermişlerdir.

 Türkiye, bir yerde;  müttefiki olan NATO ülkelerinin desteğini alan Kürt ayrılıkçıları ile mücadeleye girmiştir. Bu dönemde, Batıya ciddi bir ikaz, uyarı ve itiraz yapılamamıştır. Bir çok NATO ülkesi toprakları PKK teröristlerin cirit attığı bir üs bölgesi haline gelmiştir.
Diğer yandan PKK terör örgütü ile birincil mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), eskiden beri rticai, gerici dini akımları da, Cumhuriyete bir tehdit görmüştür. Devlet sistemi de bu zihniyetle  bürokratik mücadeleyi devam ettirmiştir.
İki kutuplu dünya sisteminde Rusya’nın oyun dışı kaldığı süreçte; ABD, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek adına harekete geçmiştir. ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde ABD politikasına TSK’dan alışılmadık şekilde, önemli itirazlar gelmiştir.
TSK sözcülerinin;
- NATO’yu eleştiren görüşlerle öne çıkması,
- NATO’ya bir alternatif olabilecek "Şangay birliği" ile Türkiye-Rusya-İran-Çin ekseninde işbirliğinin öneminin dillendirilmesi,
-  ABD’ nin Ortadoğu’daki düzenlemelerine karşı çıkması,
gibi nedenlerle TSK,  ABD ve diğer Batılı ülkelerin dikkatini çekmiştir. Uzun vadede bölgesel çıkarlarının tehlikeye düşeceği kaygısıyla ABD harekete geçmiş ve ABD nin yeni hedefi Türk Ordusu olmuştur. ABD, öncelikle; en büyük engel olarak görünen “TSK’nın tasfiye edilmesini hedeflemiştir”. Bunun için demokratik usul ve yöntemlerin kullanılması ilke olarak benimsenmiştir.
Diğer yandan “Müslüman dünyaya pro-tip olacak, örnek gösterilebilecek “siyasal islami” bir iktidar sunulması gayesi de güdülmüştür.”  Ezelden beri TSK düşmanlığı olan birçok politik grup kullanılmış, aralarında sorunlar olmasına rağmen bu gruplar “TSK ve Uniter Milli Devlet düşmanlığı” içinde birleşmişlerdir. 

Aynı şekilde TSK aleyhinde kamuoyu oluşturmak için medya-basın  bir araç olarak kullanılmıştır.
Karşıt gruplar;
- Siyasal İslami gruplar,
- Cemaat türü dini yapılar,
- PKK, Kürt ayrılıkçı örgütler olmuştur.
Siyasi atmasfer değiştirilmiş ve AKP İktidar olmuştur.

Ülkemizde; egemen güçlerin örtülü ve gizli desteğiyle siyasi atmosfer değiştirilmiştir. Oluşturulan olumlu hava sonucunda ilk kez dini argümanı politik bir misyon olarak üstlendiğini deklare eden AKP iktidara gelmiştir. ABD destekli AKP, iktidarını pekiştirdiği süreçle birlikte ittifak ettiği ve iktidarını paylaştığı İslami gruplarla işbirliği içerisinde “Devleti yeniden şekillendirme” içine girmiştir. Bir nevi sessiz devrim yapılmıştır. Daha önce akla bile gelmeyen birçok şey kökten değişmiştir. Laik, Üniter, Milli Devlet’i hedefi alan Cumhuriyetin ve devletin genleri ile oynanmıştır.
Tabiki asıl hedef olan TSK’nın tasfiyesi de bu süreçte tamamlanmıştır. TSK’nın devre dışı bırakılmasıyla birlikte; “Atatürk, TC, Üniter Milli Devlet, İrtica, Türk Milleti, PKK  vb.” tartışmaya açılmıştır.
Gücünü cemaatla paylaşan AKP, ülkeye itibar kaybettirmiştir.

Geçmişin hıncını alma sevdasıyla  cemaat başta olmak üzere bazı güçlerle hareket ettiği gözlenen siyasi iktidar,  gücünü bu gruplarla paylaşmıştır.  Diğer yandan AKP'nin küresel, bölgesel sorunlara odaklı ve  etkin dış politika sürdürüldüğü yaygın olarak söylensede,  sürdürülen dış politika içinden çıkılmaz hal almış, Dış politikadaki  her önemli adım Türkiye aleyhine dönen bir kuşatmaya dönmüştür. Modern Dünya'da Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının Suriye’de; Kökten dinci örgütlere destek oldukları iddiaları ile Uluslararası Mahkemede yargılanması talep edilmeye başlanmıştır. Devlet kurumları arpalık haline getirilmiş, yandaş zihniyete peşkeş çekilen, kadrolaşılan alanlar haline dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti  hızla itibar kaybetmiş, saygınlığı sorgulanan bir ülke haline gelmiştir.
ABD gözetiminde AKP-PKK görüşmelerinin başlatılmıştır.

Öte yandan; ABD gözetiminde; AKP-PKK görüşmeleri basına yansımıştır. AKP, kendinde aslında var olmayan özgüvenle PKK terörünü bitirip, ülkede barışı egemen kılacağını ilan etmiştir. PKK’nın, dış bağlantılarından ziyade, “sanki ülke içerisindeki dinamiklerin, sorunların bir sonucu olduğu iddiası” ile kendisinden önceki siyasal iktidarların ve askeri vesayetin, PKK terörünün bitirilmesinde engel olunduğu yaygarası yayılmıştır. Birçok siyasi kişilik, bürokrat PKK örgütüne şirin görünme yarışına girmiştir.
Aslında yapılanlara bakıldığında “Çözüm” olarak AKP’nin yapmaya çalıştığı; PKK’nın dolayısıyla Terörist Abdullah Öcalan’ın isteklerinin kabul edilmesinden başka bir şey değildir.
AKP eliyle sonuçlandırılmak istenen sözde "Çözüm Süreci" istekleri
  • Uniter Milli Devletin dağıtılmas,
  • Anayasa’nın değiştirilmesi,
  • Anayasada Kürtlerin ayrı bir halk olarak tanınması,
  • Anayasada Kürtçenin eğitim dili olarak serbest bırakılması,
  • Anayasada İdari yapıda federasyon benzeri siyasi ve ekonomik bir “ Özerk” ayrı bir yapının oluşturulması,
  • Köy Koruculuğunun kaldırılması,
  • Abdullah Öcalan’nın serbest bırakılması,
  • PKK teröristlere Af getirilmesi,
  • Okullarda Andımızın kaldırılması,
  • Türk Devleti kurucusu Atatürk’ün resim ve heykellerinin kaldırılması,
  • Araştırma komisyonu oluşturulması bu sayede eski yıllarda bölgede görev yapan güvenlik personelinin yargılanması,
  • Bölge, yer ve şahıs isimlerin mahalli isimlerle değiştirilmesidir.
PKK’nın yukarıda sıralanan talepleri daha önce, gündeme getirilmiştir.
Abdullah Öcalan’nın Kenya'dan Türkiye'ye getirildikten sonra 2 Ağustos 1999 tarihinde yaptığı bir çağrı ile PKK gruplarını sınır dışına çıkarmış, 22 Eylül 1999 tarihinde de sözde “Demokratik Cumhuriyete destek ve iyi niyet adımı” olarak bir grup PKK’lının Türkiye'ye gelmesini istemişti. Bunun üzerine PKK 1 Ekim 1999 tarihinde: sözde “Barış ve Demokratik Çözüm Grubu”, Türkiye'ye silahlı olarak giriş yapmıştır. “Görevim gereği, gözaltına alınan 8 kişilik sorgulaması sırasında bulunmuştum. Bu kişilerin öne sürdükleri ve istedikleri şartlar, yukarda sıralanan şartlarla aynıydı. Ancak, zamanın Hükümeti bunlara itibar etmedi. Ön koşulsuz olarak tüm silahlı grupların teslim olması haricindeki talepler kabul görmedi.”
AKP, PKK'nın isteklerini yerine getirme konusunda istekli görünmektedir.

AKP, PKK’nın isteklerini yerine getirilmesinde önceki hükûmetlerin aksine istekli olduğu görünmektedir. Bu doğrultuda kamuoyu oluşturmak adına her türlü imkân seferber edilmiştir. Bu süreçte; TSK’nın operasyonları askıya alınmış, TSK ateşkes durumuna geçmiş, Bölge PKK’ya teslim edilmiştir. PKK’nın tehditleri karşısında birbiri ardına “Reform Paketi” adı altında kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Diyarbakır’da konuşan Başbakan Kürdistan tabirini keyifle dillendirmiştir. Ancak, bu düzenlemelerle PKK’nın taleplerinin karşılanması mümkün değildir.
Burada yapılmak istenen örgütle mücadele olmadığını söylemek mümkündür: Amaç, siyasal İslam’ın “ümmet felsefesine” uygun olarak devletin yeniden inşa edilmesi, Üniter, Milli Devlet’in tasfiye edilmesidir. Nitekim; sözbirliği içerisinde başta siyasi iktidarın sözcüleri olmak üzere; Siyasal İslami gruplar, Cemaat türü dini yapılar ve Kürt ayrılıkçı örgütler;  “Üniter, Milli Devlet”i iştahla tartışmaya açmışlardır. Hatta bir Türk Irkı olmadığını, insanların sabrını zorlar şeklinde ifade eder olmuşlardır.
AKP, ABD ve egemen güçlerden aldığı destekle PKK ile yapılan görüşmelerin olumlu sonuçlanması durumunda siyasi kazanımlar elde edileceği öngörmektedir. 
Bölgede; PKK’nın kontrolü dışında başka siyasi partilerinde olabileceği, İslami Kürt partilerinin de var olacağı, AKP oylarının artacağı, bu olumlu hava ile İktidarının daha uzun yıllar süreceği hesabı yapıldığı gözlenmektedir.
Süreçte muhtemel gelişmeleri / olabilecekleri  şöyle sıralayabiliriz.
  • “PKK,  kadrolarını yenilemiş, ilişki ve ittifaklarını geliştirmiş, militanlarını eğitmiş, lojistik imkânlarını artırmış, Silahlarını yenilemiş ve tamamlamış, başta Suriye’de olmak üzere yeni siyasal kazanımlar, mevziler elde etmiştir. PKK, terör eylemlerine olanca hızıyla geri dönebilecek duruma gelmiştir.”
  • AKP’nin, neye mal olursa olsun ve her şeye rağmen PKK’nın taleplerini yerine getirme gücü yoktur. AKP, “tüm bu 11 yıllık süreçte, iktidara geldiği andaki sorundan çok daha fazlasını şu an kendisinden sonra miras bırakır hale gelmiştir.”
  • Toplumsal ayrıştırma, Atatürk, TSK ve milli değerleri itibarsızlaştırma, PKK’yı siyasallaştırma, uniter devleti tartışmaya açma gibi hayati konularda ağır tahribatlar açmıştır. Bununla birlikte despotik ve kanun dışı uygulamalarla da modern dünyadan çığ gibi tepki toplamıştır.  En nihayetinde üstlendiği misyonu tamamlamıştır. Önümüzdeki süreçte;  varoluş mücadelesine gireceği ve kendisini iktidar eden güçlerin avucunda eriyeceği değerlendirilmektedir.
  • Diğer yandan; ABD-AKP ilişkileri arzu edilen düzeyde gitmeme riskleri taşımaktadır. 
  • Gelişen jeopolitik durumlara göre PKK'ya farklı misyon verilmesi de imkan dahilindedir. 
  • ABD, İmparatorluk felsefesinde yönetilen, uzun vadeli plan ve uygulamalarla dünya ölçeğinde gücünü, kudretini koruyabilen bir devlettir. ABD, içerde operasyon yapmak istediği ülkede; işbirliği yaptığı politik güçleri veya figürleri bir süre sonra deviren, saf dışı eden bir algıya sahiptir. Siyasi tarih bunun birçok örneği ile doludur. Hedef ülkede çatışma ve rekabet içinde olan gruplar ve politik figürler zevkle kullanılmaktadır. Süreç içinde yeni sorunlar ve kargaşa ortamının yaratılması sağlamaktadır. Bu, büyük güç olmanın  doğası  gereğidir.
Sonuç;

Uzun bir şekilde özetlemeye çalışıldığı gibi, PKK ancak; “emperyalist gücün taşeronu alan siyasi kadrolarla değil;  milli ve öngörü sahibi devlet adamlarının kararlı, taviz vermez tutumlarıyla, Israrla takip edilecek milli dış politikayla, buna paralel olarak  örgütün lider kadrosunun yok edilmesiyle ve  kesintisiz sürdürülecek askeri başarıyla bitirilebilir.”


17 Ekim 2013 Perşembe

Komutan Engin Alan ve MHP


Uzunca bir süredir Türk Ordusu haksızlığa, hakarete ve alçak saldırılara uğramaktadır.

Bu dönemde TSK'nın üst komuta kademesinin duyarsızlığı ve olaylara seyirci kalması ayrı bir eleştiri konusudur. Dost-düşman herkesin bildiği ve malum çevrelerce kabul etmekte zorlanılsada Türkiye'yi ATATÜRK öncülüğünde bir avuç Türk milliyetçisi subay kurmuştur. Ama şimdi, sanki TSK, bu ülkeyi kuran ve bu uğurda tarifi imkânsız bedel ödeyen bir kurum değilde "Av Severler Derneği" mensuplarıymış gibi, sıradanlaştırılmakta, itibarsızlaştırılmakta ve bin türlü iftira ve saldırılara maruz kalmaktadır.

Engin Alan komutanımızla görev yaptım. Varlığını Türk varlığına adamış, yiğit bir komutandı. Kendisi ile çalışmanın onurunu yaşıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş sürecinden günümüze değin, her fırsatta "Dinci ve Kürt bölücüleri" ortak hareket etmiştir.

Bu coğrafyanın Türk'e vatan olması ve Türk yurdu olarak devam etmesinin bedelini Türkler her daim ödemektedir. Türk ve TSK'dan karın ağrısı olanlar sözde "ileri demokrasi"yi getirme safsatasına sarılmakta ve her adımda ümmetçi, ortaçağda kalmış, eskimiş fikirleri ve yaşam biçimini millete aşılama çabalarını amansız sürdürmekte, PKK'lı  bölücülerle işbirliği yapılmaktadır.

Ümmetçi ve PKK bölücülüğü önündeki en büyük engel Türk Ordusudur.

Türk milletinin ve dünya Türklerinin yegâne teminatı olan TSK tasfiye ve itibarsızlaştırılma süreci olanca hızıyla devam etmektedir. Bu süreçte diğer bir hedefte ATATÜRK'tür.  Ulu Önderi halkın hafızasından silmek, unutturma çabalarıda ayrı bir sinsi saldırıdır.

Bölücü-Ümmetçi zihniyet elbirliği-işbirliği içerisinde ana hedefleri: "Üniter, Milli Devletin" dağıtılmasıdır.

Bu gaye son olaylarda açıkça görülmektedir. Bu işbirliğiyle "üniter, milli devleti yıkma, etnik azınlık yaratma" hedefinde ciddi mevziler kazanmışlardır.

MHP kadrolarının sorumlulukları;

Engin Alan, aynı zamanda MHP milletvekilidir. MHP, varlığı ve kuruluş misyonuna uygun olarak harekete geçmeli, meydanlara inmeli, PKK'lı bölücü ve Ümmetçi zihniyete karşı, halka bir umut vermeli, öncü olmalıdır.
Bu vazife; ertelenemez, durdurulamaz, hayati ve devletin bekası açısından zaruri bir görev haline gelmiştir.  Tarih karşısında mahcubiyete düşmemek için bu MHP kadroları için mecburi bir zorunluluktur. MHP'de bu enerji ve potansiyel tahmin edilenin ötesindedir ve çok daha fazlası vardır.  
                                                                                                                                                                                                                                                                       

http://haber.gazetevatan.com/cemil-ciceke-cevabimdir-baslikli-mektup/576031/1/gundem#.UlpY2dSWNQQ.facebook

7 Ağustos 2013 Çarşamba

AKP ve Suriye İç Savaşı

 Baas Partisinin yönetimi ele geçirmesi; “Pan-Arabizm ve Sosyalizm”

Suriye İkinci dünya savaşı sonrasında Fransa’dan bağımsızlığını kazandı. Ciddi iç kargaşa ve siyasi istikrarsızlık sonrasında Baas Partisi Suriye yönetimini ele geçirdi. Baas Partisinin; Pan-Arabizm ve Sosyalizm olmak üzere iki dayanak noktası vardı. 

Rusya ile çok yakın ilişki kurulması.

Baas rejimi, Rusya ile yakın ilişkiler kurdu ve bu şekilde iktidar gücünü pekiştirdi. İdeolojik yönü bir tarafa, İsrail’in saldırgan tutumu Suriye’yi zaman içinde Rusya’ya daha da yakınlaştırdı. Rusya ile yakınlaşan Suriye, bölgede ABD-İsrail işbirliğine karşı Rusya desteği ile bir çıkış yolu bulmuş oldu. 


Rusya’da; Suriye’nin “anti-emperyalist” ve “anti-batıcı” söylemlerini diğer Ortadoğu ülkelerine yayarak, ABD öncülüğündeki Batı'nın mevzi kaybetmesini sağlamak, Suriye’deki askeri üslenme ile Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da varlığını daim kılmak istemiştir.

“ABD-İSRAİL-TÜRKİYE” İttifakına Karşı SURİYE - RUSYA İşbirliği içinde  PKK kurularak cevap vermiştir.
1980'li yıllarda gelişen “ABD-İSRAİL-TÜRKİYE” işbirliğine karşı Türkiye’yi cezalandırmak isteyen Rusya, Kürt ayrılıkçılığını kışkırtmış “Kürdistan İşçi Partisi-PKK”nın kuruluşunda ve gelişmesinde belirleyici rol üstlenmiştir. Lübnan- Bekaa’da üstlenen PKK terör örgütüne Suriye kanalıyla her türlü desteği vermiştir. Rusya’nın peyki halinde gelen Suriye, Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan PKK terör örgütüne açıkça destek vermiş ve düşmanca tavır koymuştur.

Rusya’daki 1991 dönüşümden sonra Suriye, uluslararası denklemde yeni arayışlara girdi ancak başarılı olamadı. Eski gücünden uzaklaşan Rusya’nın kendi içine çekilmesi, Suriye’yi dış saldırılara ve müdahaleye açık hale getirmiş oldu. 

Petrol zengini Arap ülkeleri, Türkiye, ABD ve İsrail Baas rejiminin devrilmesi için harekete geçtiler. 

Suriye’deki mezhepsel ve etnik farklılık Baas rejiminin yıkılması ve Suriye’nin iç savaşa sürüklenmesi için kullanılan argüman oldu. Ve Suriye hızlı bir şekilde iç savaşa sürüklendi. Dış destek alan muhalifler Mart 2011 de Baas rejimini devirmek ve “Özgür Suriye Devleti”ni kurmak için silahlı isyana başladılar. 

Suriye'ye; Rusya,İran Hizbullah koşulsuz destek açıkladılar. 

Suriye’de karışıklıkların başlaması üzerine; Rusya-İran-Irak-Lübnan (Hizbullah) Suriye’ye koşulsuz desteklerini açıkladılar. İran askeri destek verdiğini ilan etti. Hizbullah, Suriye Ordusu yanında muhaliflere karşı savaşa dâhil oldu.

Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin Suriye’ye yönelik yaptırım tasarılarını her defasında Veto ettiler. Geçen 2 yıllık süre içerisinde muhalif gruplar Suriye Ordusu’na karşı kesin ve sonucu belirleyici bir başarı elde edemediler. Şu ana kadar;  El-Kaide uzantılı kökten dinci gruplar ile PKK ve Barzani destekli Kürt ayrılıkçı PYD unsurları öne çıkan başarılar elde ettiler.

Suriye İç savaşında Bölge Ülkelerini Durumu Kısaca Şöyledir:

İran; Irak-Suriye-Hizbullah çizgisinde Şii kuşağının devam ettirilmesi, özelikle İsrail üzerinde bu şekilde bir baskının devam ettirilmesi amacındadır. Bu durum İran’nın milli çıkarları açısından hayati önemdedir. Fark edileceği gibi İran öncülüğünde oluşturulan Şii kuşağı, İsrail'in güvenliği ve ABD çıkarları açısından  istenmeyen bir işbirliği ve ittifak durumudur.

Rusya; Akdeniz'e bir çıkış kapısı olarak görmekte, Lazkiye limanında daimi bir askeri güç konumlandırmakta. Ordadoğu'da var olabilmesi için Suriye rejiminin ayakta kalması gerekmektedir.

Arap ülkeleri; Baas rejimi ile mezhepsel farklılığı olan ve ABD güdümlü petrol zengini Katar, Arabistan ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin devrik liderlerinden Muhammed Mursi gibi  ülkeler Baas rejiminin yıkılması, kendileriyle aynı mezhepten bir rejim gelmesi için muhalif gruplara destek vermişlerdir.  Mısır’da Mursi’nin devrilmesi ardından yeni yönetim Suriye'ye karşı tarafsız bir tutum takınmıştır. Suriye’de El Kaide bağlantılı grupların varlığını hissettirmeleri üzerine, ABD’den çekinen Katar ve Arabistan eskisi kadar muhaliflere destekte istekli görünmemektedirler.
İsrail; işgal ettiği Suriye topraklarında kalıcılığını daim kılmak,  iç sorunlarıyla uğraşan bir Suriye’nin İsrail güvenliğine tehdit olamayacağı diğer yandan Baas rejiminin yıkılması durumunda Hizbullah ve İran gibi baş düşmanı koalisyonun parçalanması gayesine girmiştir. 

ABD; bir taraftan İsrail’in güvenliğini sağlamak, İran ile işbirliği içerisinde olan Suriye’yi çökertmek ve Rusya’nın müttefik halinde olan Baas rejimini devirmeyi amaçlamıştır. Ancak, son noktada EL-KAİDE bağlı veya yakın kökten dinci grupların Suriye muhalifleri arasında var olması ve etkinlik göstermesi, ABD’nin Suriye muhaliflerine desteğini gözden geçirdiği görülmektedir. Tüm bu yüzden Türk kamuoyunda; Türkiye’nin, Suriye iç savaşında yalnız kaldığı, izlediği politika ile sadece kendisine zarar veren bir ülke olduğu tartışmalarına neden olmaktadır.   

Türkiye; Suriye’deki iç kargaşanın devamı ve sürdürülmesinde en aceleci ve tarafgir ülkelerden biri olmuştur. Kısa sürede Esad rejiminin çökeceği hesap edilmiştir. Suriye’deki BAAS rejimin devrilmesinin Türkiye’ye ne gibi çıkarlar sağlayacağını AKP hükûmetinin bile bildiği bilinmemektedir. Türkiye, İsrail ve ABD ve koyu ümmetçi Arap ülkeleri ile aynı blokta yer almıştır. Bu destekle neler amaçlandığı bilinmezliklerle doludur. AKP Hükümeti’nin desteklediği muhalif gruplar arasında kökten dinci El-Kaide’ye yakın örgütlerinde olması ayrı bir bilinmezliği ve tutarsızlığı göstermektedir.

Türkiye'nin Suriye politikası komşular ile ilişkilerini bozmuştur.

Türkiye’nin Suriye’nin iç sorunlarına müdahil olması, İran ve Irak ile ilişkileri bozmuştur. Suriye rejimi ile sıkı ilişkileri olan İran ve Irak, Türkiye ye açıkça tavır koymuşlardır. AKP hükûmeti bu sıkışıklığı Barzani yönetimi ile ilişkileri geliştirerek aşma cabasına girmiştir. Diğer yandan PKK ile görüşmelere sürdüren AKP, stratejik bir denklemde ABD desteği ile bu sorunları aşacağı öngörüsü ile komşu ülkelerle işbirliğini önemsemediğini göstermektedir.

Çözüm süreci olarak halka lanse edilen bu görüşmelerde  teslimiyetçi bir siyasetin“ izlediği, PKK’nın isteklerinin yerine getirilmemesi durumunda terör eylemlerinin başlayacağı örgüt sözcüleri tarafından deklare edilmektedir. Öte yandan PKK konusunda geçmişte belirleyici rol üstlenen başta Rusya ve komşu İran ve Irak’ı dışlayarak PKK ile mücadelede ne kadar başarı sağlanacağı da ayrı bir konudur. 

Diğer yandan PKK’nın yan kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD)’nin Kuzey Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi oluşturma tehdit ile karşı karşıya kalınmıştır. İran ve Irak’a cephe alınarak sürdürülen Suriye krizinde; PYD’ye en büyük destek AKP’nin işbirliğini zirveye taşıdığı ve parti kongresine davet edilen Barzani’den gelmektedir.

Dış politika tercihlerinde yanlış müttefikler seçmesi Türkiye'nin yanlızlığa ve daha karmaşık iç ve dış sorunlarla karşılaşmasına yol açmaktadır.

Türkiye özellikle komşularla ilişkilerde jeopolitiğe aykırı bir politika yürüttüğü görülmektedir. Bunun en belirgin nedenlerinden  biri siyasi iktidarın; Türkiye'deki "iç dinamikleri kontrol altına alma" ve "ılımlı islami çizgide iktidar gücünü dizayn etme" isteğinde ABD'ye duyduduğu zorunlu ihtiyaçtır. Bu zorunluklardan dolayı Türkiye dış politikada " bağımsız ve ulusal çıkarların zorladığı" bir seçimden ziyade, ABD orijinli bir çerçeve dışına çıkamamasıdır.

Suriye krizinde takip edilen politika, Türk kamuoyundan yeterli desteği almamaktadır. Hükûmetin Suriye politikası  gelinen noktada; "milli çıkarları ve ulusal güvenliği riske atan, belirsizliklerle dolu, sonu belli olmayan bir maceraya sürüklendiğini göstermektedir".

20 Haziran 2013 Perşembe

Almanya Başbakanı Angela MERKEL- Tayyip ERDOĞAN Rekabetinin İçyüzü ?


Almanya, Türkiye için çok önemli bir ülke.

Almanya’da 5 milyon Türk yaşıyor. Aynı şekilde 5 milyon Alman Türkiye’ye her yıl turist olarak gelmekte. Almanya, Türkiye'nin ihracatında 1. sırayı alırken, Türkiye'nin ithalatında da enerji ithalatı dışında 1984 den beri 1. sırayı korumakta. Almanya'dan Türkiye'ye irili ufaklı 4 bin kuruluşun yatırımı bulunuyor.
Almanya, Türkiye'nin AB ye üyeliğine karşı duruyor.

Almanya’da 1998 seçimlerinden sonra koalisyon halinde Hristiyan Demokrat Parti iktidarı geldi. Hristiyan Birlik Partileri, Türkiye’nin AB üyeliğine şiddetle karşı çıkmaktalar. Parti tabanının dayandığı seçmenlerin isteğine paralel olarak Angela Merkel; Türkiye’nin “Ayrıcalıklı Ortak” olarak AB’ne girebileceği tezini ortaya koydu. Angela Merkel’in AB tam üye kapısını kapatması üzerine, Başbakan Tayyip Erdoğan; “Alman vakıfları PKK’ya maddi yardım sağlıyor” açıklamalarıyla Almanya’yı sıkıştırmaya çalıştı. Almanya bu açıklamaları fazla ciddiye almadı, ilişkileri germedi. Erdoğan’ı doğrular tarzda Alman Gizli servisi yılda 400 milyon doların PKK'ya aktarıldığını açıkladı.
Türkiye’nin ciddi ekonomik başarı göstermesi, Suriye krizinde AB ve ABD paralel politika izlemesi nedeniyle AB sürecinde olumlu havanın da esmesine neden oldu. Merkel, Türkiye'nin iyi bir yolda olduğunu ve hemen yanı başındaki Yunanistan için güzel bir örnek oluşturduğunu dile getirdi. “AB sürecinde ve ikili ilişkilerde artık imtiyazlı ortaklık kavramını kullanmayacağını altını çizdi. Bir zamanlar IMF'nin gözetiminde olan Türkiye ekonomisinin sağlıklı bir şekilde ilerlediğini belirten Merkel, AB müzakerelerinde açılacak yeni başlıklarda Türkiye’ye destek vereceklerini kaydetti.” Koalisyon ortağı Hür Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’de benzer demeçler verdi.
Gezi olayları AKP ye muhalefeti artırdı.

Ancak; en son gelinen Taksim-Gezi Parkı gösterilerinde Alman kamuoyu ve medya konuyu gündeme aldı ve eleştirel mahiyette ciddi tepki verdi. 
Almanya'da; Gezi Parkı olayları öncesinde Türkiye’nin AB ye girişine olumlu bakan %45 seçmen oranının, %30 lara düştüğü söylenir oldu. Tayyip Erdoğan’ın; “İnsan hakları ve Batı ile olan ilişkiler konusunda, demokratik değerlere bağlı olmayan çok sert bir politika izlediğini savunularak, açıklık ve hoşgörü unsurları içeren bir yol izlenmediği” eleştirileri getirildi.
Angela Merkel, Türkiye hükümetinin Gezi Parkı protestolarına karşı yaklaşımının kendisini “dehşete düşürdüğünü” söyledi. Dışişleri Bakanı Guido westerwelle ise; “hem Türkiye'nin hem de kendilerinin Avrupa Konseyi üyesi olduğuna dikkat çekerek, konu insan hakları olduğunda bunun “içişlere müdahale” olarak değerlendirilemeyeceğini” belirtti.
Angela Merkel'in partisi CDU'nun parti programı taslağında daha önce dile getirilen Türkiye ile Avrupa Birliği arasında tercih edilen ilişki olarak “imtiyazlı ortaklık” terimi kullanılmadı. Türkiye’nin “AB'ye katılma kriterlerini yerine getirmediği, büyüklüğü ve ekonomisinin yapısı sebebiyle AB'ye yük olacağı savıyla,  Türkiye'nin AB üyeliğine tamamen karşı çıkıldı.
Almanya Eylül ayında seçimlere gidecek. Almanya’da mevcut iktidar parti seçmenleri zaten Türkiye’nin AB üyeliğine çoğunluk oranında karşı çıkıyor. Gezi Parkı olaylarında Tayyip Erdoğan'nın tutumu, başta Angela Merkel olmak üzere Alman siyasetçilerine ciddi bir koz ve manevra alanı vermiş oldu.  
Türk Hükûmetinin Gezi Parkı olaylarına müdahale yöntemini ve göstericilere Polisin güç kullanılması yöntemi, “Demokratik değerlere, kişi hak ve özgürlüklerine ve AB kriterlerine uygun olmadığı” savıyla eleştiri getirilmekte, karşı çıkılmaktadır. Bunu fırsat bilen başta Angela Merkel olmak üzere Alman iktidar Partisi yöneticileri; “seçim yatırımı yapmak, kendi tabanına mesaj vermek, iç kamuoyunu etkileme” adına bu durumu politik bir malzeme olarak kullanmaktadır.
Almanya’da mevcut koalisyon Partileri iktidarı sürdüğü sürece; Türkiye-Almanya ilişkilerinde AB konusunda bir ilerleme ihtimali çok uzak görülmektedir. Bu durumda yani AB süresinden uzaklaşmış bir Türkiye'de; demokratikleşme hız kesecek,   demokratik değişim ve  dönüşüm ile insan hak ve özgürlükleri konusunda  beklenen iyimserlikten uzak  bir dönem yaşanabilecektir.


13 Haziran 2013 Perşembe

AKP, Meydanı Yener mi?


Başbakan Tayyip ERDOĞAN her seçimde galip geldi ve oy oranını artırdı.

Lider özelliği, halkın nabzını tutma ve taraftarlarının beklentilerine cevap veren hükûmet etme becerisi Tayyip Erdoğan’ın popülaritesini korudu. En son seçimde %50 oy oranıyla iktidarını tartışmasız güçlendirdi. AKP, iktidarı süresinde Türkiye’de azımsanamayacak gelişmelere imza atıldı. Siyasi istikrar sağlayan Türkiye, en nihayetinde dünyanın 17 nci büyük ekonomisi oldu. Ancak, hızla büyüyen Türkiye demokratikleşmede aynı eğilimi gösteremedi. Seçimle iş başına gelen AKP lideri zamanla otoriter bir yönetimi benimser göründü.

Siyasi iktidarının gücünün farkında olan ve zamanla güç-iktidar sarhoşuna kapılan Tayyip Erdoğan muhalif kesimlerin sesini gerektiği kadar dinlemedi, önemsemedi. İktidar olduğu 10 yılda hem içerde devlet kurumlarında hem de dış politika ilkelerinde alışılmışın dışında ciddi değişimlere yöneldi. Bu değişim sürecinde de muhalif halk yığınları ile işbirliği yapma için hevesli görünmedi.  

AKP bakış açısına uygun olan bir nevi "Düşük yoğunlukta devrim” gerçekleştirildi.

İçerde;  AKP nin yüklendiği siyasi vizyona uygun olarak  “devlet sistemini değiştirme ve dönüştürme” çabalarında tavizsiz bir tutum sergilendi.  Bir nevi  “düşük yoğunlukta devrim” olarak ta ifade edilebilecek dönüşüm ve değişim gerçekleştirildi.

Devletin genleri ile oynandı ve kuruluş ilkeleri tartışmaya açıldı.

Başta eğitim, sağlık ve adalet sisteminde köklü değişikliklere gidildi. Laik sistemin ve Atatürkçü Düşüncenin yenilmez ve yıkılmaz bekçisi olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeli arasında yargılamalar yapıldı. Birçok general ve subay tutuklandı ve adalet önünde, iddia makamının suçlamalarına karşı kendini savunma yapmaya mecbur edildi. Devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti (TC) nin kaldırılması muamması yaşandı. Atatürk'ün kurduğu ulus devlet tartışmaya açıldı.  Ulusal günlerin kutlanış tarzı değiştirildi. Bu şekilde Atatürk'ü itibarsızlaştırma veya  unutturulmaya çalışıldığı ileri sürüldü.
Toplumsal muhalefet yok denilen düzeye indi veya susturuldu. 

Tüm bu değişim ve dönüşüm; asgari %50 gibi bir seçmen kitlesinin suskunluğu içerisinde gerçekleştirildi. Demokrasilerde vazgeçilmez olan, toplumsal muhalefet yok denilen düzeye indi veya susturulmuştu. Muhalif çizgide olan sivil toplum kuruluşları, yazılı ve görsel medya asgari düzeye inmiş yok olmuştu. Birçok gazeteci işinden oldu veya TV programlarından uzaklaşmıştı.
Hükûmet uygulamalarından hoşnut olmayan kitlenin sokakta yaptığı gösteri ve eylemlere karşı, polis tahammülsüz davrandı. Daha öncelerinde öğrenci, şehit yakınları ve toplumun duyarlı kesimlerinin protesto gösterilerine polisin müdahale yöntemleri her türlü eleştiriye rağmen olanca hızla devam etti.
Aslında ülkemizde kim iktidarda olursa olsun,  muhalefete karşı bir hoşgörüsüzlük geleneği vardı. Ama, zaman eskisi gibi değildi. Küresel iletişim çağında, insan hak ve özgürlüklerine daha duyarlı olunan günümüz dünyasında,  AB adayı Türkiye'de AKP den daha hoşgörülü bir yaklaşım beklenmekteydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan; Türk siyasal sistemini kökten değiştirmeye el attı. Başkanlık sistemine geçilmesini, Türk kamuoyunun gündemine soktu.

Yukarda kısaca açıklanan devletin değişimi ve dönüşümü ile yetinmeyen Başbakan Tayyip Erdoğan; Türk siyasal sistemini kökten değiştirmeye el attı. Başkanlık sistemine geçilmesini, Türk kamuoyunun gündemine soktu. Muhalif gruplarca "Sultan-Padişah" olma özlemi olarak eleştirilse de, gücünün zirvesinde olduğunun bilinciyle; halk oylamasıyla yeniden yazılan Anayasa’nın onaydan geçeceği ve bu suretle de “ ilk Türk Başkanı” olacağı, anayasal teminatlarla da yıllarca ülkemizde kan döken PKK terörünün de bitirileceği öngörülmekteydi.
Öte yandan her geçen gün;  kişi hak ve özgürlüklerine müdahale edildiği, laik yaşam tarzının tehlikeye düştüğü, Atatürk ve devrimlerine saldırı olduğunu düşünen ancak, “iktidar olma” imkanı yakın bir gelecekte ihtimal olmayan azınlık, AKP iktidarına ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a kızgın ve sevgi beslemeyen bir muhalefet göstermekteydi. Yapılan veya düşünülen yasal ve idari düzenlemelerde; muhalif grubun düşünce ve önerilerinin AKP iktidarı tarafından dikkate alınmadığı kanısı hakimdi.
Gezi Parkındaki düzenleme toplumsal muhalefet (ÇAPULCU)  fitilini ateşledi. 

İstanbul-Taksim meydanını yeniden düzenleme projesi kapsamında Gezi Parkındaki düzenleme fitili ateşledi. Ağaçların kesilmesini çevre duyarlılığı içerisinde önlemek amacıyla birkaç gencin başlattığı protesto polisin sert ve acımasız müdahalesi ile karşılık buldu. Başbakan Tayyip Erdoğan, orada masum demokratik hak arama ve gösteri yapan kitleyi “ÇAPULCU” olarak lanse etti. Oysa ki, KONDA' nın en son yaptığı araştırmada Gezi Parkı eylemine katılanların %45 üniversite mezunu, %15 Master ve daha üst düzeyde eğitim görmüş, çoğunluğu hiçbir partiye üye olmayan insanlar olduğu açıklanmıştı. 

Başbakan Tayyip Erdoğan Çapulculara meydan okudu.
Başbakan Tayyip Erdoğan; Fas dönüşünde İstanbul’da ve Ankara Havalimanı’nda halka seslendi. Başbakan daha önce %50 zor tutuyorum demişti. Kalabalığın; “Yol ver geçelim.. Taksim’i ezelim.”,“Azınlık şaşırma.. Sabrımızı taşırma..” sloganları barışı ve hoşgörüyü değil çatışma dilini ifade ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı kısır, iç politika çekişmesine sürüklenmiş,  sert demeçler veren, diyalogdan uzak bir görünüm vermekteydi. Düzenlemeden vazgeçilmeyeceğini, Topçu Kışlasının yapılacağını, AKM ninde yıkılacağını ayrıca birde Cami  yapılacağını ilan ediyordu.
Başbakan hala büyük resmi görememiş gibiydi. Geniş halk kitlelerinin;  “istek ve duyarlılıklarının dikkate alınmadığı savıyla”  iktidarına karşı bir başkaldırıya yöneldiği, buna da Gezi Parkı gösterilerinde Polisin sert tutumunun ilham olduğu ve tüm Türkiye’ye yayıldığı gerçeğini göz ardı etmiş görünüyordu.
Taksim-Gezi Parkına karşı polisin sert müdahalesi, Başbakan Tayyip Erdoğan’nın aynı sertlikle çıkışı tüm dünyadan tepki çekti.  

Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere yabancı basın ve devlet adamları konuya ilişkin demeçler verdi. Göstericilerin demokratik taleplerine saygı gösterilmesi, polisin şiddet uygulamaması istendi. Örnek olması açısından bir kısım beyanları hatırlatmak gerekirse;
        Devlet Adamları beyanları;
Avrupa Parlamentosu; “İstanbul Gezi Parkı protestolarında polisin aşırı güç kullanmasını kınayan bir karar tasarını onayladı. Kararda, barışçıl protestoculara karşı sert yöntemlere başvurulmaması istendi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a birleştirici ve uzlaşmacı bir tavır sergileme çağrısı yapıldı. "Başbakan Erdoğan'ın uzlaşma yolunda adım atma, özür dileme ve tepkileri anlama konusundaki gönülsüzlüğünün üzüntüyle karşılandığı" belirtildi.
Birleşmiş Milletler Sözcüsü Martin Nesirsky; “Genel Sekreter Ban Ki-Moon’un Türkiye’deki protesto eylemlerinde gösteri ve ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesi gerektiğini yönündeki çağrısını duyurdu.”
Beyaz Saray sözcüsü Caitlin Hayden; “Türkiye’deki gelişmeleri kaygıyla izliyoruz. Çıkarlarımız ifade özgürlüğü ve barışçı gösteri düzenleme hakkı da dahil, toplanma özgürlüğüne destek olma yönündedir.”
Eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey; Türkiye'nin Gezi Parkı konusunda Avrupa'ya yaklaşımı eleştirerek şu ifadeleri kullandı: Türkiye'yi kastederek 'Tabi ki iç işlerinize karışırız'. “Türkiye'nin 'İç işlerimize nasıl karışma cüreti gösterirsiniz' şeklinde bir tavır koyuyor. Evet gösteririz çünkü siz bu topluluğun bir üyesisiniz. Kendinizi izole edemezsiniz, mürekkebinin silindiği 150-200 yıllık Viyana Kongresi'ni ortaya koyup, 'İç işlere karışmazsınız' diyemezsiniz. Türkiye de sürekli ABD hakkında konuşuyor, ve bu iyi bir şey. Memnuniyetle karşılıyoruz ama gelişmiş bir ekonomi ve demokratik bir ülke olmanın gereği bu ve büyük bir problem olmamalı. Oyunun kurallarına karşı durmak biraz endişe verici.”
Almanya Başbakanı Angela Merkel; “Ülkenin sorunları gençlerle masaya oturulup görüşülmeli ve protestoculara karşı şiddet uygulanmamalı. Gösteri yapma hakkı hukukla yönetilen bir ülkenin parçasıdır ve göstericilere hukuki yollarla müdahale edilmelidir. Umarım Türkiye de bunu yapar.”
Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle; “İstanbul'dan gelen görüntüler çok rahatsız edici. Türk hükümeti dünyaya yanlış bir mesaj gönderiyor', Başbakan'ın düşünce özgürlüğü ve miting yapma hakkına saygı duyması gerektiğini, Başbakan'ın Gezi Parkı'ndaki durumu Avrupa hukuku ve barışçıl diyalog yoluyla çözmesini umuyoruz”
Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius; “Türk hükümeti Gezi protestocularına karşı sertlik ve belki de çürüme (kendi kendine çözülme) kartını” oynuyor. Hükümeti diyalog kurmaya, tarafları da sükunet ve itidale davet ediyoruz. Avrupa’nın görmeyi arzu etmediği bir dizi uygulama olduğu da bir gerçek..”
          Avrupa basınında çıkan yorumlar;
Avusturya Der Kurier gazetesi yorumunda;Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın tutumuyla kaybeden taraf olduğunu yazıyor: “Türkiye Başbakanı bir Muammer Kaddafi veya Hüsnü Mübarek değil, ama Tayyip Erdoğan da Arap Baharı'ndan hiç ders çıkartmamış. Boğazların Hükümdar'ı - şimdi Taksim Meydanı'nda yaptığı gibi - demokrasi ve daha fazla katılım taleplerini ezip geçiyor. Elbette barışçıl protesto etmeyenler de var. Ancak çoğunluk barışçıl eylem yapıyor ve Erdoğan'ın sisteminden bıkmış durumdalar. Liberal ve laik güçlerin artık sabrı taştı. Özellikle gençler, sivil toplum ayaklanması deniyor. Erdoğan sert tepki vererek zaten şimdiden kaybetti. Taksim Meydanı'ndaki kavga nasıl sona ererse ersin, ‘Rambo' gibi davranan bir başbakan uluslararası camiada tecrit olacaktır.“
İngiliz Guardian gazetesi yorumunda; "Taksim hiçbir zaman Tahrir olmadı çünkü Türkiye bir diktatörlük değil. Kusurları olsa da, hukukun gücü erimiş olsa da, azınlıkların hakları ihlâl ediliyor olsa da, basın baskı altında ve yönlendirilmiş olsa da Türkiye bir demokrasi. Bir diğer önemli nokta ise, bu, Erdoğan'ın iddia ettiği gibi, Batı'nın bir komplosu da değil. Geçen hafta bir Türk yorumcuya, yaşananlar karşısında Avrupalı liderlerin ne yapması gerektiğini sordum. Bana 'Hiçbir şey. Bunu Türklere bıraksınlar" dedi. O zaman ona hak vermiştim. Ama artık böyle düşünmüyorum. Halkına bu zorbalığı yapan Erdoğan'a karşı Avrupalı liderler seslerini yükseltmeli."
Danimarka Jylands-Posten gazetesi; "Erdoğan'ın zamanı daralıyor. Huzursuzluklar bir Türk Baharı'nın alameti mi? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Mısır'ın devrik Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'le aynı kaderi mi paylaşacak? Şu an durum öyle görünmüyor ama iş bu aşamaya gelebilir. Erdoğan artık güvenilir bir politikacı değil, halkı giderek ondan daha fazla korkuyor. Demokrasiyi, insan haklarını ve düşünce özgürlüğünü değil, tam tersine otoriter bir yönetim tarzını savunuyor. Erdoğan'ın ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bütün ulusa İslamcı-muhafazakâr değerleri yerleştirmeye çalıştığı endişesi mevcut. Erdoğan ve partisi şimdi neler olup bittiğini anlamıyorlarsa, o zaman Türkiye'nin ve bizzat Erdoğan'ın ciddi bir sorunu var demektir. Erdoğan'ın verdiği sözleri tutarak halkla  işbirliği içinde çalışmasının tam zamanı."
İngiliz Financial Times'ın yorumunda; “Erdoğan, bir cumhuriyetin başbakanı. Oylarını arttırarak üç seçim kazandı. Eğer kendisini Tanrı'nın Türkiye'ye ve Müslümanlara bir lütfu olarak görüyorsa, bu yine de onu Hüsnü Mübarek ya da Çin'in Komünist liderleri gibi bir siyasetçi yapmaz. 10 yılın ardından Erdoğan'ın iktidar sarhoşluğunda olduğunu yazan David Gardner, Erdoğan kendisini Atatürk'le bir tutuyor. Atatürk muhteşem bir komutandı. Erdoğan ise, artık son savaşını veren bir komutana benziyor. Taraftarlarına, 'büyük resmi görme' çağrısı yapıyor, ama asıl kendisi hikayenin ana fikrini kaçırmış durumda."
BBC'nin İstanbul muhabiri Mark Lowen; “Başbakan Erdoğan'ın 'daha fazla hoşgörü göstermeyeceğim' uyarısının ardından polisle göstericiler arasında çatışmanın yeniden başladığını dile getirdi. Yazar, 'Türkiye, derin bir krizin içinde, gideceği yol konusunda kararsız, nüfusun büyük bir bölümünün yabancılaştırıldı ve bu kalabalığın biber gazıyla yıldırılamayacağı belli oldu diye yazdı. BBC muhabiri, 'dünyanın en kilit Müslüman demokrasilerinden  biri tehlikeli sularda.”
Alman Berliner Zeitung; "Erdoğan sayesinde Türkiye'yi Müslüman bir Asya ülkesi olarak gören ve bu nedenle Avrupa'ya uygun olmadığını düşünen ve ona "imtiyazlı ortaklık" teklif eden ülkemiz politikacılarına destek artıyor. Ancak Ankara'daki sultana karşı gelen sivil toplum ise onları yalanlar nitelikte. Yaşanan bu iki haftanın ardından Türkiye artık o eski Türkiye değil."
Lübnan’da yayımlanan Daily Star gazetesi; “Türkiye’deki gösteriler, Arap İslamcıları tedirgin ediyor” başlığını kullandığı Kahire mahreçli haberinde analistlere dayanarak “Türk kentilerini sallayan laik yanlısı gösteriler, Arap dünyasında dalgalamalar yarattı ve Türkiye’yi siyasi İslam’ın başarılı bir modeli olarak öven İslamcı liderleri tedirgin ediyor.”
Çapulcu hareketi sonunda Başta Tayyip ERDOĞAN olmak üzere bir başarı öyküsü olan AKP, ciddi ve azımsanamayacak bir yara almış,  Başbakan Tayyip Erdoğan'nın imajı zedelenmiş, "Ok Yaydan Çıkmıştır."

Avrupa ve Dünya  Medyası olaylara yakın  ilgi göstermiş Tayyip Erdoğan’ı halkıyla barışık olmayan, iletişime kapalı, gösteri yapma gibi demokratik tepkisini polisiye tedbirlerle susturan bir dikta rejimine benzetir eleştiriler getirilmiş ve devlet yetkilileri de sanki 3 ncü dünya ülkesiymişiz gibi Türkiye’nin iç işlerine müdahale eder tarzda çağrıda bulunmuşlardır.

Bir AKP' li Durumu Özetledi.


AK Parti İzmir eski İl Başkanı Ömür Kabak, bir internet sitesindeki köşesinden, "Sayın Başbakanım siz bu milletin babası veya ahlak öğretmeni değilsiniz. Başbakan olarak tüm yasal hak ve yetkileri sonuna kadar kullanmanız hakkınız ve göreviniz, ama halka kendi dini ve ahlaki değerlerinizi dikte etmeyiniz. İçki örneğiyle söylersem, içkinin dinimizce haram olduğunu, sarhoşluğun toplum ahlakında hoş karşılanmadığını, alkolün sağlığımızı tehdit ettiğini herkes biliyor. Buna rağmen insanlar içebiliyor. Sizin içkiyi yok etme göreviniz bulunmuyor. Yüce Allah isteseydi kim içebilirdi ki?"  gelinen durumu özetlemiştir.

Sonuç;

Göstericiler (Çapulcular) amacına ulaşmış, muhalif grup sesini duyurmuş, iktidar sarhoşu olduğu izlenimi veren Tayyip Erdoğan’nın iktidarı sorgulanır, saygınlığı tartışılır hale gelmiştir. Türk gençleri demokratik geleneklerin yerleşmesi açısından başarılı bir sınav vermiş,  kişi hak ve özgürlüklerine sahip çıkmış, öte yandan art niyetlilere ve  terör örgütlerinin kışkırtmalarına pirim vermemiştir.
Her zaman olduğu gibi, tarih tekerrür etmiş;  “Sonunda meydan kazanmıştır..!

14 Mart 2013 Perşembe

PKK'nın Rehineleri Bırakması Üzerine: Türk Ordusu


Türk devleti,  bir nevi “İç güvenlik, asayiş olayı” olarak gördüğü PKK terörü ile yıllarca mücadele ediyor. 

Nitekim, PKK’da; “Türk ordusunu, iç güvenliğe göre dizayn edilmiş bir ordu olarak” değerlendiriyor. Bu değerlendirmenin kısmen doğru olduğunu kabul edebiliriz. Ordu, kamu düzenin sağlanmasında bir nevi polis gücü görevi  gibi kullanıldı ve son 30 yılda PKK ile asıl mücadele eden güç Türk Ordusu oldu.

Türkiye, insan sayısı olarak Milyon’a varan bir Ordu bulundurulmasına rağmen, bu güç ulusal sorunların, lehte çözümü konusunda dış politikada baskıcı bir araç olarak kullanılamadı.

Yıllarca batı Trakya kan ağladı, Bulgaristan’daki Türkler esir kamplarında tutsak edildi, topraklarından koparıldı ve trene bindirilip Türkiye’ye gönderildi, kardeş Azerbaycan’ın Ermenistan ile çatışmasında destek sağlanamadı. Irak’ta Türkmenlere yardım eli uzatılamadı.
Milli bir Türk Ordusu Oluşturulamadı. 

NATO ülkeleri ve ABD kendi ordusunu, ulusal çıkarlarına ulaşmada bir araç olarak kullanırken, Türk toprakları NATO ve ABD askerlerinin konumlandırılması için tahsis edildi. Bu çerçevede Türk Ordusu,  sadece NATO’nun Jandarmalığı ötesinde ciddi bir görev üstlenmedi. Ordunun ihtiyacı olan Harp silah ve araçını ABD karşılar oldu. Milli savaş sanayide kurulamadı. ABD’nin kullanım dışı, iş görmez askeri teçhizatı Türk Ordusuna sanki bir nimet gibi sunuldu. 2 nci Dünya Savaşından kalan Tank ve araçlar Türk ordusunun vuruş gücünü oluşturdu. Hatırlanacağı üzere, Irak krizinde ABD-Irak savaşı öncesinde; ülkenin Batısından güney doğuya kaydırılan birliklerin sağda-solda kalmış yüzlerce aracına şahit olduk. İnsan sayısı haricinde, kullanılan harp silah-araç ve teçhizat olarak ciddi bir kara, deniz ve hava gücü yaratılamadı.

Harp okullarında yetişen subaylara, geleceğin komutanlarına; Türk Tarihi, Harp Tarihi, Strateji gibi güncel gelişmeleri anlayacak ve tarihsel derinliği ile yorum getirebilecek dersler öğretilmedi. 

Uygulanan eğitim metodu;  şekli disiplini öne alan,  düşman olarak'ta hiç karşılaşma şansı olmayan mütecaviz  (Rus)doktrini öğretildi. Türk ordusunu yönetecek kadrolara gerçekci,  çağdaş askeri bilgiler verilemedi.  Bu yüzdende lider kadro, dünyayı anlama, gelişmeleri takip etme ve Türk Ordusunu gelişen dünya şartlarına göre reform edebilme öngörüsü ve değerlendirmesinden uzak kaldı. Mesela; dünyada benzeri olmayacak ölçüde iç güvenlik tecrübesi olmasına rağmen Türk ordusu mücadele ettiği unsurlara karşı;  Rusya’nın Dağıstan’da, ABD’nin işgal gücü olduğu halde Afganistan’da yaptığını yapamadı. israil ile zaten karşılaştırılamazdı.

Lafı uzatmadan bir noktaya gelmek istiyorum:

Yıllarca PKK ile mücadele eden, bunun için özel örgütlenmelere giden, komando, uçarbirlik ve özel birlikler oluşturan Türk ordusu; maalesef son gelinen noktada ciddi bir örnek gösteremedi. PKK, kaçırdığı rehineleri, kendi tabirleri ile esir-tutsakları sınırın hemen diğer tarafında tutabiliyor. Ve bu rahatlığını bozacak ciddi bir operasyonla karşılaşmıyor. PKK, bu rehineleri daha öncelerde yaptığı gibi, kendi istediği yerde ve zamanda, savaş kazanan bir kumandan edasıyla, tutanakla ve pazarlık aracı olarak Türkiye’den giden heyete teslim ediyor.

Bir Türk vatandaşı olarak;

PKK tarafından kaçırılmış, PKK'nın elinde bulunan Türk Askeri ve vatandaşlarının “Rehine Kurtarma Operasyonu” ile kurtarılmasını beklerdim.
Ben, yine bir vatandaş olarak, PKK’nın elebaşlarının özel operasyonlarla yakalanıp, Türk adaletine teslim edilmesini beklerdim.
Ben, yine bir vatandaş olarak Irak dağlarının bombalanmasını değil, örgüt elebaşlarının inlerinin başına yıkılmasını beklerdim.
Ben, PKK’yı alt edemeyen şahsiyetlerin, buna bir kılıf, bahane bulup, “düşük yoğunlukta çatışma” safsatası ile halkımın oyalanmamasını, kandırılmamasını isterdim.

Ben, bir vatandaş olarak lider kadrosu tasfiye edilmiş,  sevk-idare, komuta merkezleri tepelenmiş bir örgütün dış desteğinin kesilmesi konusunda Hukumetin elini güçlendiren  başarılar olmasını isterdim.
İşte o zaman; ne “PKK ile müzakare, Ne de PKK diye bir örgüt kalırdı.” Devlete isyan eden Şaki Apo (PKK), daha önceki benzerlerinde olduğu gibi; Şeyh Sait veya Şeyh Ubeydullah isyan hareketleri gibi tarihin eski sayfalarında, hak ettiği yeri almış olacaktı.


 http://gundem.milliyet.com.tr/teslimatta-ne-imzalandi-iste-detaylar-/gundem/gundemdetay/14.03.2013/1680417/default.htm

22 Kasım 2012 Perşembe

“AKP, Tribünlere Oynuyor: İsrail-Hamas Rekabetinde Kaybeden Türkiye’dir.!!”


Hamas kontrolündeki Gazze, İsrail için adı konulmamış bir tatbikat bölgesi gibi.
Hamas’ın İsrail’e füze fırlatması sonrasında, İsrail uçakları 14 Kasım 2012’den beri Gazze’ye ölüm kusuyor. Gazze, İsrail için adı konulmamış bir tatbikat bölgesi gibi. Her türlü silah deneniyor ve kullanılıyor. Çoluk-çocuk demeden Filistin halkını yok etmeyi sürdürüyor. Başbakanlık binalarını başlarına yıkıyor. Binalar vuruluyor. Gazze harebeye dönüyor. 

Bölgeden 2005 yılında çekilen İsrail, deniz ve kara ablukasını sürdürüyor.  Dünya ile irtibatı olmayan Gazze’de insanlar,  hayatta kalabilmenin mücadelesini veriyor.

Türkiye,  Gazze saldırısı sonrasında İsrail’e en sert çıkışı yapan ülke oluyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan krizde aktif rol üsleniyor. ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmelerinde "Ateşkes için siz İsrail tarafını ikna edin, biz de Hamas'la görüşelim..." mesajı veriyor. Buraya kadar izlenen siyaseti normal seyrinde devam ediyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mısır ziyareti ve sonrasındaki çıkışları, iç kamuoyunda gururları okşamaktan öteye geçmeyen hamasi nutukların ötesine geçmiyor ve İsrail karşıtlığı, ABD tarafından da tepkiyle karşılanıyor.

Mısır ziyaretinde;“İsrail Cumhurbaşkanı’na Davos’ta da söylemiştim. Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz. Bunu periyodik olarak yapıyorlar. 2008 seçimleri öncesinde yaptılar. Netanyahu’ya sesleniyorum, bilesin ki 2012’nin şartları 2008’in şartları gibi değildir. Hesabını iyi yap”. 8.Avrasya İslam Şurası’nın açılışında yaptığı konuşmasında; "İsrail bir terör devletidir." ifadelerini kullanıyor.

Erdoğan -İsrail Atışmasında ABD, İsrail yanında Posizyon Alıyor.

Erdoğan'ın bu çıkışları ABD tarafından anında karşılık buluyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland “Tabii ki İsrail'e karşı retorik saldırıların şu anda faydalı olmadığını düşünüyoruz.” 

Öte yandan Gazze'deki gelişmeleri değerlendiren Obama; Gazze’deki ihtilafı çözmeye yönelik her girişimin “öncelikle İsrail topraklarına füze atılmamasından” geçtiğini, ”Dünyada hiçbir ülke kendi halkının üzerine füze yağmasına tahammül göstermez. İsrail’in, Gazze Şeridi'ndeki militanlarca atılan füzelere karşı kendini korumaya hakkı vardır.”  beyanıyla İsrail’e açıktan destek veriyor.

Ayrıca 21 Kasım’da ABD Hükümeti, doğrudan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yapıyor. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'i “terörist devlet” olarak tanımlaması ve ABD Başkanı Obama'nın “İsrail’in kendisini savunma hakkı var” açıklamasını eleştirmesi, Washington'ı rahatsız ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı, yönetimin rahatsızlığını Türk makamlarına sözlü olarak iletiyor. ABD yönetimi, “Hükümetin söylemleri oldukça sert. Bu tür sert söylemlere katılmıyoruz. Ayrıca bu açıklamaların, sorunu çözmeye ve yardımcı olmaya değil, aksine daha da derinleştireceği endişesini taşıyoruz. Bundan sonraki açıklamaların daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyoruz” mesajı veriliyor.
           
Gazze krizi sürecinde ABD’nin devreye girmesiyle İsrail pes ediyor. ABD’nin liderliğinde; Mısır’ın arabuluculuğunda yapılan görüşmeler sonucunda 22 Kasım’da ateşkes sağlanıyor. Ortak düzenlenen basın toplantısında konuşan Hillary Clinton, "ABD, İsrail'le Filistinli gruplar arasındaki ateşkesi, füze saldırılarının ve şiddetin sona ermesini memnuniyetle karşılıyor. Bölge halkları, korku duymaksızın yaşamayı hak ediyor. Mısır'a bölgesel liderliğinden dolayı teşekkür ediyorum" diyerek noktayı koyuyor. Anlaşmaya göre, 'İsrail, Hamas yönetimindeki Gazze Şeridi'ne yönelik havadan ve karadan yürüttüğü saldırılarını durduracak; Filistinli gruplar, İsrail'e yönelik roket atışlarını sona erdirecek.

AKP ne Yapmaya Çalışıyor?

AKP, ‘nin bir taraftan iç kamuoyuna mesajlar verirken diğer yandan yeni bir eksen oluşturma gayretlerinde olduğu görülüyor. İsrail’e karşı;
    

  • Terörist Örgüt Hamas, 
  • Müslüman Kardeşlerin temsilcisi yeni dikdatör Muhammed Mursi liderliğindeki Mısır,
  • Katar  Emirliği ve,
  • Suud ailesi tarafından yönetilen Ortaçağ zihniyetindeki Suudi Arabistan' dan oluşan bir cephe yaratmaya çalışıldığı izlenimi alıyoruz. 
Oysa, bu ülkelerin ABD’ye rağmen, İsrail karşıtı bir oluşumda somut icraatlarda bulunmaları hayal ötesi…

AKP, terörist devlet olarak adlandırdığı İsrail’e karşı mücadele veren Hamas  ve diğer Filistinli örgütlere elle tutulur bir destek verme cesareti gösteremiyor.

İşin düşündürücü tarafı; AKP kurmaylarının, Suriye muhaliflerine silah ve lojistik destek sağlandığını açıklarken, terörist devlet olarak adlandırılan İsrail’e karşı mücadele veren Hamas  ve diğer Filistinli örgütlere elle tutulur bir destek verme noktasında cesaret gösterilemiyor.

Bu kadar koca koca lafların ardından İsrail’e karşı somut bir sonuç çıkmıyor. Suriye’deki isyancılara her türlü silah-mühimmatı sağlanırken, İsrail’in bombardımanı altındaki Filistinli mazlumlara sıra gelince, kuru laftan öteye gidilemiyor.

Burada hatırlatılması gereken bir  diğer bir konuda Museviler ile Tayip Erdoğan arasındaki basına yansıyan ilişkidir. 

Tayyip Erdoğan, 26-30 Ocak 2004 tarihleri arasında Amerika'ya gitti. Ziyaretinin ilk gününde Musevi lobisinin önde gelen kuruluşu olan Amerikan Musevi Kongresi'nden (AJC) "Yahudi Cesaret Ödülü" aldı. Erdoğan'ın onuruna yemek verildi. Erdoğan, ödülünü aldıktan sonra şöyle konuştu: "Türkiye ve israil arasında her zaman varolan dostluk, karşılıklı anlayış ve güven temelindeki ilişkilerin son dönemde kazandığı ivmenin altını memnuniyetle çizmek isterim." Türkiye'nin terörün her türlüsüne karşı olduğunu belirten Erdoğan, Amerika'nın uluslararası terörizmle mücadelesini de 'kalben' desteklediğini “ belirtti. AJC tarafından bugüne kadar on kadar kişi ödüle layık görüldü; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan’dır.  İsrail'e son dönemde esip gürleyen Erdoğan’nın bu tutumunu en azından neden "Yahudi Cesaret Ödülü"nü iade etmek gibi somut bir adımla desteklemiyor?

İsrail’e karşı mücadele veren örgütlere silahların büyük bir çoğunluğu İran tarafından sağlanıyor. 

AKP'nin hamasi nutuklarına karşın, İran somut adımlarla destek sağlıyor. İran, oyun kurucusu olarak, olmazsa olmaz bir aktör olarak pozisyonuna devam ediyor. 

Nitekim; iran Hükümet Sözcüsü Ali Larjani, Fars Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada; Filistine silah gönderme çağrısı yapıyor. “Tüm Arap liderlere sesleniyorum, silah yardımı yapın. Oturup görüşerek hiç bir şey elde edemezsiniz. Filistin'in sözlere ihtiyacı yok. Eğer gerçekten yardım etmek istiyorsanız silah yardımı yaparsınız ayrıca, kendilerinin de Filistin'e askeri yardım yapmaktan onur duyacağını” belirtiyor.
           
Hamas İsrail, ABD ve AB'nin terör örgütleri listesinde. 

AKP’nin diğer bir çıkmazı da desteklediği Filistinli örgütlerden Hamas. Gazze Şeridi'nde 2007 yılında seçimle işbaşına gelen Hamas İsrail, ABD ve AB'nin terör örgütleri listesinde. Yani PKK terör örgütü neyse, Hamas’da öyle görülüyor. 

AKP, 4 ncü olağan Parti Kongresine Hamas lideri  Halid Meşal'ı davet ediliyor ve kongrede Meşal konuşma yapıyor. Bilindiği üzere Kongere’de bulunanlar arasında  diğer bir kişide Mesut Barzaniydi..

Hamas’ın İsrail’e karşı askeri bir başarı elde etme şansı görülmüyor. 

Hamas, ilk defa İsrail saldırılarına elindeki Fecr-5 füzeleri ile karşılık verdi. 75-80 Km. menzilli bu füzeler Gazze’ye 71 kilometre mesafedeki Tel Aviv ve 78 Km. uzaklıktaki Kudüs’ü de vurabiliyor. Bu füzelerin İran tarafından sağlandığı büyük bir ihtimal. İsrail bu yüzden İran’ı hedef gösteriyor. 

İsrail’in “Çelik Kubbe” isim verdiği füze savunma sistemi Kassam, Grad ve Facr tipi kısa ve orta menzilli füzelere karşı kullanılıyor. Hamas’ın füze savunma sistemini saf dışı edip İsrail şehirlerini vurması mümkün değil. Hamas’ın ilk kez 3 adet füzeyle Tel Aviv’i vurduğu anda “Çelik Kubbe” sisteminde bir arıza olduğu anlaşılıyor. Bu krizde İsrail, ABD işbirliği ile oluşturduğu “Çelik Kubbe” füze savunma sisteminin denemesini de yapıyor.

AKP’nin, İsrail-Hamas krizinde, İsrail’i şiddetle kınaması diplomasinin yadırgadığı bir dil değil.  Nitekim benzer şekilde birkaç Avrupa ülkesi İsrail’i kınamışlardır. Ancak, AKP’nin mevcut durum itibariyle Ortadoğu’da İsrail’e karşı bir aktör olma isteği, hem uluslararası konjektör,  hem de ulusal güç unsurları itibariyle gerçek dışı görünüyor.

Netice olarak daha somut ifade etmek gerekirse; 

Uluslar arası konjektör yanında en öncelikli nedenlerinin başında AKP-ABD ilişkilerindeki, ABD’ye bağlılıktır. Bu durum, AKP’nin ABD’den bağımsız bir insiyatif almasını olanaksız kılmaktadır. 

Diğer nedenler ise, Milli Güç’ün henüz bu misyonu destekleyecek kudrete olmamasıdır. Milli güç unsurları olarak başta;  Siyasi, Ekonomik ve Askeri güç açısından Türkiye bölgesel bir güç olmaktan çok daha uzaklardadır.
       
Henüz, rejim sorununu çözememiş, Ordusu ile kavgalı, Kamu oyu bölünmüş,  ülkeyi parçalamak ve Kürdistan diye bir devlet kurmak için PKK terörünün olanca şiddetiyle devam ettiği, huzur ve asayişi sağlanmamış bir memlekette siyasi iktidar sahipleri için en kolay olanı; “Trübünlere oynamak ve Slogan diplomasi ötesinde bir  anlam ifade etmeyen havanda su dövüyor olmaktır.!