20 Aralık 2014 Cumartesi

Müslüman Kardeşler (İhvan’ül-Müslimin) Pratiği ve AKP

Ülkemizde Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin  ve Mısır’da “Müslüman Kardeşler-İhvan’ül-Müslimin)” iktidara gelişleri dünyada yankı bulmakta ve çok değişik gruptan olumlu yada olumsuz eleştiri almaktadır.

Bazı analistler tarafından 70 kadar ülkede organize olan “Müslüman Kardeşler”in siyaset anlayışının AK Parti aracılığı ile pratiğe döküldüğü ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre; ideolojik yakınlık nedeniyle AK Parti yönetiminin İhvan'ı Mısır'a tercih ettiği ve Mısır ile olan ilişkilerin tamamen İhvan'a endekslemiş durumda olduğu" belirtilmektedir. Bu iki hareket arasındaki yakınlığı daha net kavramak için; Mısır'da uzun yıllar büyük baskı ve yasaklarla boğuşan İhvan teşkilatını kısaca hatırlamak ve AK Parti ile karşılaştırmak gerekiyor.

Müslüman Kardeşler:
    
Arap dünyasının en eski, en etkili ve en büyük İslami hareketi olmakla birlikte birçok Arap ülkesindeki en geniş siyasi muhalif örgütüdür. Günümüzde aynı adla Ürdün'de yasal durumdadır. Onun dışında Cezayir'de ve bazı ülkelerdeki farklı isimlerdeki kolları iktidara kadar yükselmiştir. Bahreyn, Suriye, Tunus, Lübnan, Libya, Fas, Katar, Ürdün, Irak, Filistin, Suudi Arabistan, Yemen, Umman gibi bir çok ülkede ABD ve İngiltere’de değişik adlarda faaliyet göstermektedir.

İdeolojik Kuramı:

Mısır'da 1928 de Hasan El Benna tarafından;“İslamın ilkelerine geri dönüşü amaçlayan, Sünni merkezli dini bir cemaat olarak" kurulmuştur. Hasan El-Benna'ya göre "Şeriat kanunları, geçmişte olduğu gibi Kur'an ve Sünnet üzere olmalı ve toplumun her kesimini; devlet işlerinden günlük problemlere değin her şeyi kapsamalıdır." Cemaatin nihai amacı; “bir İslam devleti kurmak ve bu düşünceyi İslam dünyasına yaymaktır. Bilinen en kısa ve öz sloganı “çözüm İslam”dır", olmuştur. Bir sosyal toplum hareketi, siyasi hareket ve dinsel hareket adı altında geniş bir yelpazede faaliyet göstermiştir.

Mısır’da İktidara Geliş Süreci:

İhvan; 1936 yılında Lübnan'da, 1937 yılında Suriye'de, 1946 yılında Ürdün'de kurularak bir uluslararası örgüt sıfatını aldı. Mısır'ın çeşitli yörelerinde kurduğu okullar ve toplumsal hizmet kurumları vasıtasıyla görüşlerini hayatı geçirmeye çalışan hareket Arap dünyasını büyük ölçüde etkiledi. 


Mısır iç siyasetinde belirgin bir aktör olarak her daim yer almıştır. 1980’li yıllarda dini bir grup olarak kabul edilmiş ama siyaset yasağı getirilmiştir. Müslüman Kardeşler‘in Suriye/Hama kentinde 1982'de giriştiği ayaklanma Hafız Esed yönetimince bastırılmış ve binlerce taraftarı öldürülmüştür.

Mısır’da 2005 seçimlerinde Mübarek’in partisi 454 üyelikten 311’ini, seçimlere 11 farklı grubun oluşturduğu ittifakla giren Müslüman Kardeşler ise 88’ini kazanmayı başardı. Gerçi seçimlere katılma oranının %26 olması yüzünden bu “zafer” Müslüman Kardeşler’i tatmin etmedi. Bununla birlikte, parlamentoda ilk kez Mübarek’in partisinden sonra ikinci büyük grubu oluşturmayı başarmışlardı. Bu durum saygınlıklarını arttırdı, meşruiyetlerini güçlendirdi. Ama kuşkucuların “İslamcıdan demokrat olur mu” sorularını ortadan kaldırmadı. Çünkü örgüt, Kuran ve Sünnet’in egemen olduğu bir toplum düzeninden başkasına razı olmayacak selefiye doktrinine hâlâ sıkı sıkıya bağlı durumdaydı.
             
 İktidara Gelişi:

İhvan, Arap Baharı sürecinde; 2010 yılında Tunus, 2011 yılında da Mısır ve Ürdün'de düzenlenen protesto gösterilerinde önemli rol oynadı. Hüsnü Mübarek'in devrilmesinin ardından, örgüt yasal hale geldi.  2011 ‘de ilk kez “Hürriyet ve Adalet Partisi" adıyla siyasi parti oldu. Parti; 127 sandalye ve 108 bağımsız aday ile toplamda mecliste 235 sandalye kazandı. Mısır Parlamentosunda 498 seçilmiş üye, 10 görevli toplam 508 sandalye vardı. 

2012 yılında İslamcıların kontrolündeki parlamento ve Şûra Meclisi yani senato yeni anayasa hazırlığı yaparken ülke cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanıyordu. 13 adayın çekiştiği seçimlerde Müslüman Kardeşler'in adayı Muhammed Mursi (oy kullanma oranı % 42 olarak gerçekleştiği oylamada) oyların % 51.71’ni aldı. Muhammed Mursi katılımın çok düşük olduğu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, toplam seçmenin ancak yüzde 22'sinin oyu ile Mısır’ın başkanı oldu.

İktidardan Uzaklaştırılma ve Terör Örgütü İlan edilmesi:

Arap ülkelerinde bir çok dengeyi değiştiren İhvan’nın başarısızlığının nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür.
  • İhvan'ın ilkeleri ve söylemlerinin, pratiğe aktarma gücünde ciddi eksiklikler olduğu ortaya çıktı. Soylu sloganlar ve yüce hedeflerle sahaya giren İhvan’ın pratikte uygulanabilir siyasal, ekonomik ve sosyal programları olmadığı gözlemlendi.
  • Sabır terk edildi, acelecilik yapıldı. İktidar hırsıyla İhvan, tehlikeli sıçramalarda bulundu ve uzun zaman isteyen süreçleri hızlıca geçmeye çalıştı. Böylece İhvan, siyasi çalışma sahalarına, kamu alanlarına ve devlet işlerine hiçbir ön hazırlık yapmaksızın daldı, çeşitli aşamaları rekor sürede geçti, devletin zirvesinin basamaklarını hızla çıktı.
  • İhvan’ın içine düştüğü hatalardan biri de “içe dönüklüktü”. Bu, İhvan’ın siyasi yönteminde ve parti çalışmalarında temayüz eden en kötü özelliği olduğu ortaya çıktı. İçe dönüklük aşılamadı. Bunun sonucu olarak ilişki ve ittifaklarla müttefiklerini artıramayan İhvan’a ülke içinde destek sınırlı kaldı.
  • İhvan kadroları tek yanlı, partizan davranışlar ve siyasi pratikte hatalar yaptılar. Teorik amaçlar ile pratik birbirine girdi. Seçim başarılarıyla gelen zafer sarhoşluğu, İhvan'ı tutum ve hesaplarında dengeli ve dikkatli çalışmaktan mahrum bıraktı.
  • Yargıda kadrolaşmaya ve devleti İslamileştirmeye girişti.
  • Ordu’da tasfiye yapıldı.
  • Suriye ile ilişkiler kesildi.  İsrail ile olan tarihsel hesaplaşmanın doğu cephesinde Suriye vardı. Bu durum Ordu’yu rahatsız etti.
  • Sivil muhalefet muhatap alınmadı.
  • Askerler dinlenmedi. Oysa Mısır Ordusu ülke ekonomisinin neredeyse % 25’ni kontrol ediyordu ve sivil yönetim üzerinde her daim etkisi vardı.
  • ABD ve Batı ile ilişkileri bozuldu.
  • Rusya, Batı ve ABD yanında; İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi körfez ülkeleri  de İhvan İktidarından rahatsız olmuşlardı.
  • 1978 Camp David Anlaşmasından bu yana ABD,  90 milyon nüfusu ile Mısır’ın İsrail için bir tehlike oluşturmamasını hedeflemekteydi. Ihvan’nın güvenlik politikası İsrail ve ABD'yi rahatsız ediyordu.
İhvan’ın “olayları yanlış değerlendirme, siyasi deneyim zayıflığı, devlet ve kamu işlerinin idaresinde güçsüzlük ve deneyimsizlik, bölgesel ve uluslararası çevrenin ve farklı denklemlerinin iç yüzü ve etkileri hakkındaki yanlış değerlendirme tükenişini” hazırladı.  Mısır Ordusu dış dinamiklerin de desteği ile Ihvan’ı iktidardan uzaklaştırdı ve Muhammed Mursi tutuklandı.  Rusya, Mısır,  Suriye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ihvan’ı terör örgütü olarak ilan ettiler.
         
Adalet ve Kalkınma Partisi

AKP kurucuları ve kadroları genel olarak "Milli Görüş Hareketi" geleneğinden geldiği bilinmektedir. Geçmiş dönemde bu hareketin içinde olduğu siyasi partiler  "laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı" davranıldığı eleştirileri ile karşılaştı. Geleneksel ve dini referanslara bağlı, muhafazakâr bir çizginin takip edilmesi, bu tür eleştirilerle karşılaşmasına neden olmuştur.

Öte yandan AKP kurucuları  "milli görüş" içerisinde siyaset yaptıkları halde "milli görüş"  fikrinden ve siyasetinden vazgeçildiğini, değişime gidildiğini ifade etmişlerdir. İhvan gibi dini argümanları kullanmakla birlikte "sağcı, muhafazakar, daha ehil ve daha geniş tabanlı" bir harekete dönüşmüşlerdir.
       
AKP ile İhvan Arasındaki belirgin farkları şöyle sıralayabiliriz:
  • AKP’nin İhvan'da olduğu gibi, “İslamın ilkelerine geri dönüşü amaçlayan ve şeriat kanunlarının devlet işlerinden günlük problemlere değin her şeyi kapsamalıdır."  görüşüyle siyaset yaptığını iddia etmek mümkün değildir.
  • AKP,  geleneksel ve dini referanslara bağlı, muhafazakâr bir çizgiyi takip etmektedir.
  • AKP, 2002 den beri devlet bürokrasisini yeniden dizayn etmeye calıştığı gözlendi. Bu durum daha demokrat, daha ileri kendi sloganlarına göre “Yeni Türkiye” kurmayı hedeflendiği olarak iddia ve deklare edildi. Bununla birlikte AKP ile birlikte başlayan “eğitim reformu ve başörtüsü vs. dini referansları içeren” uygulamaların da önü açılmış oldu. Bir çok gözlemci tarafından bu uygulamalar; devletin normalleşmesi adına AKP seçmenin isteğine göre şekillenen talepler olduğu ve laik çizgisini kökten değiştirecek  uygulamalar olmadığı ifade edildi.
  • AKP, Batı , ABD ve batı kurumları ile çatışma içerisine girmedi.
  • AKP’nin devlet idare etme ve yönetme becerisi İhvan ile karşılaştırılmayacak ölçüde ileride olduğu görüldü.
  • AKP’nin devleti “laik sistemden uzaklaştırma” gibi bir hedefi olmadığı ve  parti program veya tüzüğünde de yazılı bir husus değildi. Böyle bir durumun olmadığı da geçen 12 yıl içerisinde tecrübe edildi.
  • AKP,  özellikle “uniter milli devleti, devletin kurucu ideolojisini ve Atatürk'ü"  tartışmaya açan uygulamaları vardı. Ancak bu tür uygulama AKP'nin dayandığı ideolojinin bir gereği olarak görmek gerekmekteydi.
  • AKP, İslam dünyasında örnek gösterilebilecek bir başarı öyküsü olarak adlandıranlar oldu. Seçimle gelen ve islami söylemleri çoklukla ifade eden bir parti olması yanında, asıl başarısı; halkın beklentilerine karşılık verebilme ve demokratik teamülleri kullanabilme becerisinden" ileri geldiği şeklinde dikkate değer analizler yapıldı.
  • AKP, ihvan'da olduğu gibi bir dini cemaat örgütlenmesi değildi. Solcu, milliyetçi, liberal gibi toplumun bir çok kesiminden farklı görüşte kişiyi barındırmakta ve  toplumun her kesiminden destek alabilmekteydi.
 Yerleşmiş laik uygulamaları, demokratik geleneği açısından Müslüman dünyada  benzeri olmayan Türkiye'de; dini argümanları kullanan bir siyasi parti olarak AKP, Batı ve ABD nin de desteğini aldı. Demokratik sisteme uyumu açısından islam dünyası için örnek gösterilen  "ılımlı islami model"  olarak lanse edildi.

AKP - İhvan Yakınlaşması:

  • AKP’nin özellikle Ortadoğu İslam coğrafyasında "Yeni Osmancılık" olarakta ifade edilen bir siyaset takip ettiği  söylenmektedir. Bunun için “sunni merkezli" ilişki ve ittifak kurma  ve geliştirme siyasetini takip ettiği görülmektedir. 
  • İran etkisindeki bir Şia ve Suudi Arabistan merkezli bloklaşmaya karşı Sunni eksenli bir bloklaşmayla cevap verme isteği yatmaktadır.
  • Bu vizyon içerisinde AKP’nin Sunni merkezli Ihvan’a yakınlaştığı ve destek verdiğini söylemek mümkündür.
  • AKP’de, Suriye’de Esad rejiminin yıkılması durumunda bu ülkede yani Suriye'de İhvan etkisinde bir siyasi rejimin kurulabileceği düşüncesi hakimdir.
  • AKP’nin hesapları tutmuş olsaydı; İhvan’nın Mısırda iktidarının devam etmesi durumunda; “Türkiye,  Filistin/Hamas, Suriye  (Esad yıkılması durumunda) Mısır, Katar  ve birkaç Kuzey Afrika ülkesinin katıldığı bir blok” sağlanmış olacaktı.
  • Öte yandan Arap ülkelerinde değişik adlarla faaliyet gösteren ihvan'nın, Arap coğrafyası dışında Türkiye ile yakın ilişkiler kurarak bölgede etkinliğini ve saygınlığını artırma amacı, İhvan'ı AKP yakınlaştırdı. 
Sonuç:
  
1. AKP - İhvan yakınlaşmasında siyasi, ideolojik birliktelik varlığı inkar edilemez. 
2. Bu yakınlıkta asıl belirleyici etkenin Türkiye’nin Ortadoğu’da gütmek istediği dış politikanın belirleyici olduğunu  söylemek mümkündür
Bölgedeki mezhep kökenli çatışma, bloklaşma ve rekabet ortamı ilişkilere olumlu bir ivme kazandırmıştır. 
3. Türkiye’deki sosyolojik gerçekler, iç dinamikler, demokrasi tecrübesi ve devlet bürokrasisi yanında; ABD ve Batı ile olan köklü ilişkiler gibi etkenler göz önüne alındığında; Türkiye’de İhvan türü bir cemaatin yönetimi ele geçirmesi veya iktidar olması mümkün görünmemektedir.  

2 Nisan 2014 Çarşamba

Merci Dominique (Domie),

   Öğrencilik yıllarımdan itibaren tarih derslerindeki anlatımlar nedeniyle en merak ettiğim ülke Fransa olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu - Avrupa mücadelesinde, Fransa’yı kendi tarafına çekmek için tek yönlü tanınan “Kapitülasyonlar”  ile  “1789 Fransız İhtilali”   her daim gündeme getirilen konulardı.

      İsimlerini kitaptan duyduğum ve hatırladığım “Jean-Paul Sartre, Jacques Derrida, Émile Durkheim,  Auguste Comte,   Voltaire,  Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu,  Blaise Pascal" vb  Fransız düşünürleri ilgimi daha da artırmıştır.

     Hatırlamak gerekirse;  1789 Fransız ihtilali ve yayınlanan; “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi - İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” yeni bir çağ açmış, dünyayı kökten değiştirmiştir.  Milliyetçilik, özgürlük, eşitlik, demokrasi, cumhuriyet, adalet, hukuk gibi kavramlar tüm dünyaya yayılmış ve bugünkü modern dünya düzeninin kurulmasının önünü açmıştır.

       Diğer yandan; Fransa, devlet yönetimi ve sistemiyle dünyadaki temel yönetim sistemlerinden birini oluşturmuş ve birçok ülkeye örnek teşkil etmiştir. Ülkemizde bu modeli örnek alan ülkeler arasında yer almıştır. Fransa sömürgecilikte de öne çıkmış, emperyalist bir güç olarak Vietnam’dan, Afrika’ya, Amerika Kıt’asına kadar birçok coğrafyada sömürgeci olarak varlığını göstermiştir.

       Fransa; “Türkiye’nin AB üyeliğine” ve “Ermeni Sorunun” da Türkiye karşıtlığı ile öne çıkmıştır. Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermenilerin, Katolik olmaları halinde ülkeye serbestçe girme ve Fransız vatandaşlığına geçme imtiyazı veren Fransa, günümüzde de Ermeni tezlerini destekler siyaseti ilke olarak kabul etmiştir.

        Kısa zaman önce merak ettiğim bu ülkeyi görme ve birçok bölgesine gitme fırsatı buldum. Kültür, tarih ve her yönüyle olağanüstü birikimi olan bu ülkeye dair, bilinen şeyleri tekrar etmekte olsa, gözlemlerimi yinede paylaşmak istedim:

a. Ademi merkeziyetçi bir yönetim sistemi olmasına rağmen;  “Fransız kimliği” nin sarsılmaz bir   şekilde  yerleştiği görülüyor.
b. Tüm Avrupa’da olduğu gibi tarihi doku aynen korunmuş. Öte yandan  “Her bölge ve şehrin” kendine ait kültürel bir kimliği göze çarpıyor. Bu kültürel kimlik şehrin mimarisine bile yansıdığı fark ediliyor.
c. Bölgesel idari yapılanma; toplumunu ayrıştırma, bölünme şekilde bir farklılaştırmaya yol açmamış, İdari yapılanma; kent yönetim bilinci  oluşturmaktan daha öteye geçmemiş.
d. Sömürge ülkelerinden özellikle Kuzey Afrika ve Afrika’dan ciddi bir göç almış.  Bu ülkelerden gelen insanların bir bölümü, Fransız toplumuna angaje olduğu görülüyor.  Mesela, Cezayir kökenli Indila (Adila),  Fas kökenli  La Fouine (Laouni Maouhid)   gibi sanatçılar şu an liste başı dinlenenler arasında geliyor. Bununla birlikte  bu  göçmenler, çoğunlukla şehrin bir bölgesinde yoğun ve kendi değerlerine göre yaşamayı sürdürüyorlar.
e. Katolik mezhebinin etkin olduğu ülkede, Hristiyanlık inancı en büyük birleştirici güç. Gittiğim her ailenin evinde dini simgeler kesinlikle vardı. Ayrıca ziyaret ettiğimiz bölgelerdeki kiliseler yanımdaki Fransız arkadaşlarım tarafından kesinlikle ziyaret edilmekteydi ve dualar Fransızca yapılıyordu.
f. İslam dinine ve toplumlarına oldukça mesafeliler. Ancak, toplumda oluşan konsensüs en azından şimdilik bu grupları dışlanmamış. Buna rağmen Müslüman gruplar; kültürel sistemle sorunlu ve Fransız toplumu için olumsuz olarak görülüyor.
g. Sosyal hayatta; “nezaket ve kurallara uyum” şaşılacak ölçüde yerleşmiş durumda. Ayrıca, aile-ev yaşantısı içinde  bizlere yabancı olan bir çok geleneksel değerin korunduğu ve uygulandığına tanık oldum.

h. Karşılaştığım bir durumu burada paylaşmak istiyorum:   
      
       Sözde “PKK kimlik belgeli”, bir çok "Türk vatandaşı  bölücü" Fransa’da yaşıyor. Tesadüfte olsa bu kişilerden bir kaçıyla karşılaşma ve kısaca mülakat etme imkânını buldum. Dikkatimi çeken durum; benim meraklı sorunlarım karşısında “ bu insanların ateşli bir şekilde; ceplerinden çıkardıkları sözde PKK kimlik belgelerini bir övünçle göstererek, sözde kürdistan'ı kısa süre içerisinde inşa edeceklerini ifade edip benimle amansız bir tartışmaya girme istekleriydi.” 
     
         Aslında bu kısa ve hatırlatıcı gözlemlerimi yazmaya beni iten neden;   evinde misafir olduğum Fransız dostlarıma teşekkür etmek için bir vesile olmasıydı.

     Bir rehber ciddiyetiyle ülkeyi gezdiren ,  Fransız toplumunu tanımama vesile olan, beni özenle ağırlayan,  unutulmaz  misafirseverlikleri için sevgili Domie ailesine sonsuz teşekkür ediyorum. Çocukları Leo ve Gabriel’e umut ve şans dolu bir gelecek diliyorum.  Yeğeni Marie ve Tunus’lu  Hichem’a  teşekkürlerimi sunuyorum.

2 Şubat 2014 Pazar

AKP:"Muktedir Hakimiyetten, Mutlak Yenilgiye'mi - 2"

2. AKP-Cemaat Çatışma Süreci :

      a.       AKP-Cemaat İttifakında Çatlakların Ortaya Çıkması;

         Başta TSK’nın tasfiyesi olmak üzere, Anayasa değişikliği oylamalarında ve tüm seçimlerde elbirliği ve işbirliği içinde olan bu ittifak;
  • Mavi Marmara Gemisi Olayı,
  • Gezi Parkı Olayları,
  • Mısır ve Suriye Politikası,
  • PKK- AKP Çözüm süreci görüşmeleri,

gibi temel konularda ve daha bilinmeyen başka konularda görüş ayrılığı olduğu ortaya çıkmıştır.  ABD kökenli dış dinamikler ve cemaatin kendi misyonu gereğince, AKP ile ters düşmüş, ortaklık bozulmaya başlamıştır.

       b.      AKP-Cemaat İttifakının Bozulması:

Cemaat-AKP ittifakının, 2012 Referandumu sonrasında, rekabete dönüştüğü görülmektedir. Stratejik kazanımlara ulaşan Cemaat bundan sonra,  AKP üst yönetiminin yasadışı ilişkileri hakkında bilgileri derlemek, tahlil yapmak ve zamanı geldiğinde ileri sürmek üzere bir hazırlığı girdiği son olaylardan anlaşılmaktadır.

İlk manevra; 7 Şubat 2012 günü, MİT başkanı ve bazı MİT yöneticileri KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağrılması olmuştur. MİT Müsteşarı tutuklanacağı düşüncesiyle ifadeye gitmemiştir.  TBMM de çıkarılan bir yasa ile MİT Müsteşarı hakkında soruşturma izni Başbakan onayına bağlanmıştır. Başbakan bu sayede muhtemel olarak kendisine yönelecek bir soruşturmanın önüne de geçmiştir.  MİT müsteşarı güvenceye alınırken, aynı yasal düzenlemeye Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının dâhil edilmesine AKP karşı çıkmıştır.

Bu olay sonrasında; AKP, bürokraside cemaat kadrolarını kontrol altına almaya çalışırken, asıl manevra “Dershanelerin kapatılması” gündeme getirilerek, Cemaatin cezalandırılması hedeflenmiştir. AKP ve Cemaat karşılıklı olarak birbirlerinin güçlü ve zaaflarını bilmektedir.  Dershanelerin kapatılmasının gündeme getirilmesi sürecinde Cemaat AKP‘nin kirli işlerini 17 Aralık 2013’te  “Rüşvet ve Yolsuzluk”  soruşturması ile kamuoyuna duyurulmuştur. Bu soruşturma tarihin en büyük “yolsuzluk ve rüşvet” soruşturması olarak ifade edilmiştir.

AKP tahmin etmediği ezici bir darbe almıştır.  Bu soruşturmayla AKP’nin Türk kamuoyunda ve uluslararası camiadaki imajı ciddi zarar görmüş ve AKP’nin; “muktedir iktidarından mutlak yenilgiye gidecek sürecin” başlangıcı olduğu kanaatimizi güçlendirmiştir.  Bakan çocukları ile üst düzey bürokrat, işadamlarının da isminin karıştığı rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında; İçişleri Bakanı Muammer Güler,  Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar ve AB Bakanı Egemen Bağış olmak üzere Cumhuriyet tarihinde ilk kez 4 bakan hakkında TBMM fezlekeleri gönderilmiştir. Ve yoğun kamuoyu baskısı sonucunda bu bakanlar grevlerinden istifa etmişlerdir. 

Bu süreçte AKP;
  • AKP iktidarına Dış güçlerin komplo kurduğu,
  • Yürütülen yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının asılsız bir tezgâh olduğu,
  • Cemaati’n devlet içinde “Paralel bir devlet” oluşturduğu,
  • Milli iradeye hedef alınan bir kumpas yapıldığı,
  • Bu çetenin “Milli Orduya” da kumpas kurduğu savlarıyla kamuoyu oluşturmaya çalışılmıştır.

Cemaat-AKP çatışmasına paralel olarak; cemaate yakın olduğu söylenen, 8 milletvekili istifa etmiş, AKP den ayrılmıştır. 

         c.       Süreçte, AKP’de Demokratik Dışı Yönelimleri;

Cemaat ile girişilen rekabette, başlarına daha büyük soruşturmalar olmasından kaygılanan ve telaşlanan AKP, evrensel hukuk normlarını altüst edecek anti-demokratik yasal düzenlemelerle  “tek adam” rejimine benzer düzenlemelere gidilmiştir.  AKP yi bu kadar çizgi dışına iten korku geçen 11 yıl sürecinde cemaat’in;  AKP’yi çok iyi tanımış ve yasadışı iş, ilişki ve irtibatlarını ortaya çıkarabilecek bilgi ve donanım kazanmış olmasıdır.

Bununla birlikte AKP; benzer “rüşvet ve yolsuzluk” operasyonlarını engel olmak adına demokratik olmayan yasal ve idari düzenlemelere gitmiştir. Cemaat-AKP rekabet alanının Adalet ve Emniyet personeli arasında yoğunlaştığı görülmüştür. Bu 2 kurumda cemaatçi olduğu savıyla sayıları 3000’e varan emniyet mensubu polislerin yerleri değiştirilmiştir. Hiçbir demokratik ülkede olmayan bir düzenleme yapılmış; “Kolluk görevlilerinin soruşturma yapmadan önce vali ve amirlerini bilgilendirme zorunluluğunu getirilmiş”, bu düzenleme Danıştay tarafından iptal edilmiştir. Daha önce önemli soruşturmalarda AKP’nin övgülerini alan savcıların yerleri değiştirilmiştir.

En ilginç olanı ise İstanbul ve İzmir’de Savcıların soruşturma konusu şahısların yakalanması isteği siyasi iktidardan yana tavır alan kolluk görevlilerince yerine getirilmemiştir. Bir nevi devlet krizi yaşanmıştır. Başbakan Oğlu Bilal Erdoğan hakkında yakalama emri olmasına rağmen, savcılığa gidip ifade verecek cesareti gösterememiştir. 100 e yakın savcı ve hâkim yeri değiştirilmiştir.  Savcı ve hâkimleri kontrol altına almak isteyen AKP, HSK’nın yapısını değiştirmek istemiştir. Bununla alakalı yasal süreç devam etmektedir. Ancak, Cumhurbaşkanı Gül bu konuda, rezerv koymuş ve değişikliğin anayasa değişikliği ile olması gerektiğini açıklamıştır.

Sosyal medyanın kontrol altına alınması amacıyla bir nevi sansür denilebilecek “İnternet yasası” gündeme getirilmiştir. Bu şekilde, siyasi iktidarın hoşnut olmayacağı yayınların kontrol altına alınması amaçlanmıştır.

Bu süreçte dikkate değer bir durumda; bölgenin en güçlü istihbarat örgütü olarak lanse edilen MİT’in çaresizliğidir. MİT bırak ülke dışını,  ülke içerisinde bile bir operasyonu yapma becerisinden çok uzakta olduğu basına yansımıştır. Ülke toprakları içinde 3- 5 kamyonu bile hareket ettirememiş, yöre savcıları ve kolluk kuvvetlerinin engellerine takılmıştır. 

         d. AKP’nin ittifak Arayışı ile TSK’ ya yönelmesi;

AKP, Cemaatle girdiği çatışmanın ciddiyetini çabuk algılamış, tedirgin olmuştur. % 50 oyla iktidar olan bir siyasi hareketin, %1 oyu olduğu iddia edilen Cemaat ’ten bu kadar çekinmesi ve telaşa kapılması üzerinde durulması gereken acıklı bir durumdur.

Devlet kurumları arasında güvensizlik hat safhada olduğu görülmektedir. MİT, 3 kamyonu hareket ettirememektedir. Böyle bir ortamda AKP, yeni ittifaklara ve işbirliğine ihtiyaç duymuştur.  AKP, devlet kurumları içinde MİT'in yanında cemaat ile birlikte tasfiye edilmesini sağladığı TSK’yi yeni işbirliği yapılacak kurum olarak görmüştür.  Bu işbirliği samimiyetten öte, "TSK gibi bize de kumpas yapıldı savıyla kendi yolsuzluklarının örtülmesi" ve “TSK nın psikolojik desteğinin alınması hedeflenmiştir.” Yani, TSK'ya ve Türk milletine "siyaseten kazanan tarafın AKP olacağı yeni bir tuzak" kurulmuştur.

Açılan davaların Savcısı olduğunu deklare eden Başbakan Erdoğan, bu süreçte çark etmiştir. Cemaati “milli orduya kumpas kuran” bir örgüt olarak itham ederek AKP’nin kumpasın dışında gösterme gayretine girilmiştir. AKP, bu çıkışla hem ittifak edeceği bir güç, hem de siyasi kazanç elde etmeyi hedeflemektedir. Tüm bunlar için TSK personelinin yargılandığı davaların yeniden yargılanması gündeme getirilmiş, dikkat buraya çekilmiştir. Daha önce MİT müsteşarı için çıkarılan özel yasa benzeri düzenleme komutanlar içinde yapılmıştır. “Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının yargılanması Başbakan iznine bağlanmıştır.

Öte yandan, Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması gündeme getirilmiştir. Bu şekilde cemaatin yargı içindeki hareket alanının daraltılması düşünülmektedir. Bu mahkemelerin kaldırılmasındaki İkinci amaç ise; PKK’ nın kaldırılmasını istediği bu mahkemelerin kaldırılmasıyla, PKK ‘ya zeytin dalı uzatılmış olunacaktır.

 AKP, devlet gücünü kullanmakla beraber, devlet memurlarına güvenmediği görülmektedir. Emniyet, Adalette, TRT ve başka kurumlarda AKP-Cemaat çatışmasına bağlı olarak kamu personeli pinpon topu gibi dağıtılmıştır. Bu dağıtımın daha ne kadar süreceği belli görülmemektedir. O yüzden Siyasi iktidarın devlet kurumlarına tam olarak hâkim olunduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak dışardan görüldüğü kadarıyla; MİT, TSK ve BDP+PKK’nın AKP iktidarı yanında olduğu görülmektedir.

           e.      Muhtemel Gelişmeler;

1.  Cemaatle girilen çatışmada, tarafların tekrar eski haline dönme ihtimalinin olmadığı ve rekabetin olanca hızla süreceği görülmektedir. AKP'nin yasadışı işlerinin aralıklarla deşifre edilmesinin süreceği ve bununda en nihayetinde Tayyip Erdoğan'nın Cumhurbaşkanlığı adaylığını  riske sokacağı öngörülmektedir.
2.  AKP’nin tüm kozlarını oynamadığı, cemaate yönelik kapsamlı bir operasyon yapabileceği ve ezici bir darbe indireceği güçlü bir ihtimal olarak öngörülmektedir.
3.  Suriye politikası ile Türkiye’nin uluslararası itibarına azımsanamayacak bir zarar verilmiştir. AKP, EL-KAİDE bağlantılı gruplarla birlikte anılır olmuştur. AKP, iktidara geldiğinde Türkiye;  Avrupa’ya daha yakın istikrarlı bir ülke iken, şu an Ortadoğu ülkesi gibi, sorunlarla boğuşan, istikrarsız bir ülke haline geldiği tartışmasız ortadadır.
4.  MİT Müsteşarı ve Komutanların yargılama izni Başbakan kendisinde toplamıştır. Bu bize Esad, Saddam türü rejimlerde görülen  “Tek Adam “ benzeri düzenlemeyi çağrıştırıyor. Anti-Demokratik yönelimlerin önümüzdeki süreçte artacağı değerlendirilmektedir. AB ve ABD den gelen “demokratik değerlere bağlı kalma ikazlarının” devam edeceği,  aynı şekilde Türk halkının demokratik muhalifinin süreceği öngörülmektedir.
5.  BDP+PKK ile kurulan ittifakın nereye kadar devam edileceği belirsiz görülmektedir. Çözüm sürecinin AKP’nin vaat ettiği tavizlere bağlıdır. AKP'nin vaadlerini gerçekleştirme ihtimalinin ciddi bir risk altında olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, PKK'nın terör eylemlerine tekrar dönme ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
6.  Siyasi gücünün zirvesinde olan AKP'nin; Gezi olayları, 17 Aralık Rüşvet ve yolsuzluklar soruşturması, muhtemel dış politik hezimetleri, AKP’den kopmalar, parti içi huzursuzluklar göz önüne alındığında inişe geçtiği ve iktidar olma maliyetinin ülkeye her geçen gün arttığı ve zorladığı söylenebilir.
AKP'nin düşüşe geçiş nedeni;  Muhalif partilerin başarısından kaynaklı olmayıp, partinin yanlış yönelimleri ve despotik idaresinden kaynaklı kayıplarıdır.

Tüm bunlar bize; “AKP’nin muktedir iktidarının mutlak bir yenilgi sürecine girdiğinin” çok belirgin göstergeleridir.

17 Ocak 2014 Cuma

AKP: “Muktedir Hâkimiyet ’ten, Mutlak Yenilgiye'mi - 1"

Devlet gücünün 3 temel asli unsuru var: Nufus, Ülke ve Hakimiyet

Bilindiği gibi yönetim şekli ne olursa olsun devletin 3 asli unsuru var. Bunlar: “Nüfus,  Ülke ve devlet gücünün kullanımı olan Hâkimiyet’tir.”

Demokrasi ile yönetilen devletlerde hâkimiyet; “seçimle işbaşına getirilen, yani hükûmet olan siyasi partiler aracılığıyla evrensel hukuk normlarına göre” kullanılır. Hükûmet olan siyasi parti; yasaların öngördüğü kurallar dâhilinde yönetim sergiler.

Siyasi iktidar, hâkimiyeti; “bir başka güçle paylaşmaz ve ya kısmen de olsa devretmez.”   İktidar gücünün paylaşımı yaşanabilecek muhtemel iç çekişmeye bağlı olarak devleti; kaos, iç çekişme hatta iç savaşa sürüklemesi bile mümkündür. Bugün ülkemizde Cemaat-AKP mücadelesi olarak lanse edilen ve devlet hâkimiyetini paylaşan güçler arasındaki çekişmeyi buna kısmî bir örnek gösterebiliriz.

Demokratik sistemin sağladığı olanaklar bazen, amaca ulaşmak için kullanılan bir araçta olabilir. 

Hitler Almanya’sı buna en iyi örnektir. Günümüzde buna en yakın benzetme Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi olmuştur. İhvan demokratik sistemin sağladığı olanaklarla seçim kazanmıştır. Ancak, ülkeyi kökten şekillendirme ve “Şeriat Devleti"  kurma girişimi kabul görmemiş, yönetimi devrilmiştir. “iktidar olmakla birlikte, muktedir olamamıştır.”

Ülkemizde 2002’den beri AK Parti’nin devlet yönetme tecrübesine şahitlik ediyoruz. AKP, iktidarı süresince haklı ve gururlu bir sevinç yaşamış, birçok başarılı proje ve gelişmeye ön ayak olmuştur. Ancak, zaman içerisinde ortaya çıkan ve bizlerinde tanık olduğumuz bir dizi sorunu beraberinde getirmiştir. AKP üst kadrolarının bazılarının başta yolsuzluk - rüşvet batağına girdiği, diğer yandan siyasi ittifaklarıyla yaşanan rekabete bağlı olarak "devlet krizi boyutunda"  bir çatışma yaşandığı, yasal değişiklik ve uygulanan yönetimlerle devlet kurumlarının genleriyle oynandığı,  bürokrasisinin zaafa uğratıldığı ve  devlet'in ciddi tahribata uğratıldığı  görülmüştür.

Bu yazıda AKP iktidarı konu edilecektir. İlk bölümünde AKP'nin  “muktedir iktidar” süreci,  İkinci bölümde ise bundan sonraki “muhtemel gelişmeler” bir öngörü içinde “eleştirel bir gözle“  ele alınacak ve özetlenecektir:

     1. AKP'nin Muhtedir İktidar Süreci;

      a. İslamcı bir Parti Olarak Adlandırılan AKP’nin İktidara gelmesi;

AKP, son 11 yıla damgasını vurmuştur.  Girdiği seçimlerden güçlenerek, başarıyla çıkmış, hükûmet olmuştur. AKP’ye;
  • Daha önceki, siyasi iktidarların başarısız idarelerinden bezgin olan geniş halk yığınları,
  • Örgütlü  dini gruplar ve cemaatler kitle halinde destek vermiştir.

Kurulurken ve kamuoyuna programını deklare ederken “dini referans alınmadığı, İslamcı bir parti olmadığı” beyan edilmiştir. AK Parti kuruluşunda kendini muhafazakâr ve demokrat olarak tanımlamış olsa da, partinin kurucularının ve geniş tabanının ‘İslamcı’ gelenekten beslendiği görülmektedir. AKP’de “İslami referanslar” partiyi oluşturan kadrolarda baskın görülmektedir. Bu İslamcı kimlik, AKP’nin; “Ilımlı İslami bir parti” olarak adlandırılmasına neden olmuştur.

İktidar olmakla birlikte kadrolaşmaya gidilmiş, kamu istihdamında; “dine, inanca, dindarlığa bağlı” olma durumu bir kıstas olarak alındığı gözlenmiştir. AKP kurmaylarının "dindar gençlik"  yetiştime istekleri deklare edilmiştir. Diğer yandan dini cemaatlerle yapılan işbirliği dikkati çeken,  belirgin göstergelerden biri olmuştur. Tüm bunlarla birlikte daha önceki iktidarların aksine,  "devleti yeniden değiştirme ve dönüştürme" adına yapılan değişikler ve AKP tarzı yönetim tarzı; “Düşük Yoğunlukta Devrim” olarak kabul görmüştür.

Batı’da “Ilımlı İslami Hükûmet“ olarak adlandırılan AKP’ye,  ABD’den ciddi destek gelmiştir.  ABD, Müslüman dünyaya özellikle Ortadoğu’da AKP liderliğindeki Türkiye’yi sunulacak örnek  “model ülke “ olarak görmüştür.

Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan’ın; “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı” görevi bir övünç olarak ilan edilmiştir.

         b.   İktidar Hâkimiyetin Paylaşılması;
        
Devlet bürokrasisinde kendi siyasi kadrosu olmadığı görülen AKP, Cumhuriyet tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde bürokrasiyi yeniden şekillendirdi. Karşılıklı ve örtüşen çıkarları gereği AKP, Cemaate yaklaştı. Mensuplarının devletin üst yönetimleri de olmak üzere kadrolaşmasına fırsat ve imtiyaz verdi. Devlet memurluğunda liyakat, kariyer, başarı gibi evrensel kriterler yerine, “dindar olma” bir kıstas olarak öne alındığı gözlendi.

AKP,  paylaşılmaz ve devredilemez “Hâkimiyet gücünü'nün”,  "Cemaat" ile paylaşıldığı alenen söylenir oldu. Devlet bürokrasisi Cemaat mensubu ve dindar olarak nitelendirilen kadrolarla dolduruldu. Ciddi gözlemcilerce;  Adalet, emniyet, eğitim gibi önemli devlet kurumlarının cemaate teslim edildiği ifade edilmekteydi. Hatta TSK da % 10-15 Subay’ın cemaat mensubu olduğu iddia edilir olmuştur. İktidar gücüne ortak olan cemaat olanca güçle, AKP iktidarına destek vermiş ve bürokratik hâkimiyetini AKP emrine sunmuştur.

Daha önce bir benzeri olmayacak bir tarzda, "Devlet içinde siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP hükûmeti yanında,  birde kendi cemaat nizamına göre hareket eden, organize bir ikincil güç oluşmuş oldu." Devlet Hâkimiyetinin siyasi iktidar harici başka bir güçle paylaşılması örneği, AKP’nin Türk siyasi tarihine bir hediyesi  oldu.

Gelinen noktada; iktidar gücünün, sınırlıda olsa "hükûmet dışı güçlerle (Cemaat)" paylaşımı yadsınamaz ölçüde sorunları da beraberinde getirmiştir. Cemaat ile girilen rekabet;  % 50 ile iktidar olan bir siyasi partinin, iktidar olma konusundaki sıkıntılarını  ortaya çıkarmıştır.
          
            c.      TSK ‘nın Tasfiyesi;

Devletin laik yapısı konusunda hassas olduğu bilinen ve irticayı çağrıştıracağı iddia edilebilecek yasal veya idari değişimlere direneceği öngörülen TSK, bu süreçte, "AKP-Cemaat ittifakının" en belirgin ve öncelikli hedefi haline getirildi.

Gündeme alınan ve gerçek olduğu konusunda ciddi endişe ve kaygı taşınan suçlama ve tahkikatlarla TSK'nın tasfiye süreci başlatılmıştır. General sayısının yaklaşık  % 30’u tutuklandı veya emekli edildi. Diğer yandan sayıları binlerle ifade edilen subay, astsubay TSK’dan emekliliğini istedi, ayrıldı. TSK hem moral değerleri, hem de yetişmiş personel kaybı olarak telafisi imkânsız kayba uğradı.

Ayrıca;  TSK içinde ABD-NATO karşıtı fikirlerin filizlenmesine ön ayak olan kadrolar devre dışı bırakıldı. Milli Dış politika yürütülmesi savunan ve bu yüzden ABD çıkarları ile çatışan TSK kadrolarının tasfiyesi sağlanmış oldu. 1  Mart teskeresine karşı çıkan TSK cezalandırıldı.
          
ABD, NATO’nun 2 nci büyük ordusunu dolaylı olarak kontrol altına aldı. Diğer yandan AKP liderliğinde “Ilımlı İslam Hükûmeti” nin sağlıklı bir şekilde tesis edilmesini sağlamış oldu.
        
        d.       Milli Değerlerin Tartışmaya Açılması;
       
Öte yandan reform adı altında yapılan bir takım değişiklikle devlet yeniden tanzim edildi. Bir nevi “Sivil Darbe” yapıldı.

Resmi bayramların kutlanış şekli değiştirildi, Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi TC’ nin kaldırılması tartışmaya açıldı ve bazı alanlarda da kaldırıldı. Türk milliyetçiliğini çağrışımı yaptığı savıyla Andımız okullardan kaldırıldı. Üniter Milli devlet ve Türk’lük tartışmaya açıldı.  TSK nın itibarsızlaştırılması had safhaya ulaştı. Diğer yandan Atatürk’e yapılan saldırılar bu dönemde olanca hızla arttı.  Tüm bunlarla birlikte toplumsal çatışma derinleşmiştir.
      
     e. PKK ile Çözüm Süreci (Güney Doğu’da “PKK Paralel Devleti” İnşa Süreci);
       
Cemaat ile yapılan etkin işbirliği ve TSK nın tasfiyesi ile gücünü pekiştiren AKP, daha sonra bu işbirliğine PKK ‘da dâhil oldu. Yani, “AKP+Cemaat+PKK” ülkeyi yöneten güçler olduğu izlemi yaratıldı. Terörist başı Abdullah Öcalan’a methiye sözler bile söylenmekteydi. PKK’nın istediği yasal değişiklikler sanki; reform-ileri demokrasi adına yapılıyormuş gibi lanse edilerek, bir biri ardına idari ve yasal düzenlemeler gerçekleştirildi.

TSK’nın PKK’lı teröristlere operasyon yapması yetkisi sınırlandırıldı. Valilere devrildi. Yani, TSK ateşkes sürecine girdi. PKK silah bırakmadı, silahlı güçleri ülke dışına çıkmadı.  PKK bölgede ciddi rahatladı ve manevra alanı kazandı,  etkinliğini artırdı.

Bölgede; Türk devleti yanında “PKK Paralel Devleti” oluşturulduğu ifade edilir oldu. Diğer yandan gücünün bir kısmını Suriye’ye aktarma ortamı yakalayan PKK, Suriye kuzeyinde özerk bir bölge oluşturmasını başardı ve yeni mevziler kazandı.

AKP, her ne olursa olsun PKK ile anlaşmaya çok istekli görünmektedir. Tüm bunlardan; “PKK ile yapılan pazarlıklarda bazı vaatlerin verildiği ve garanti edildiği” anlaşılmaktadır.

PKK taleplerinin daha nereye kadar olacağı ve ne kadarının AKP tarafından, gerçekleştirileceği bilinmemekle birlikte; PKK’nın isteklerinin tamamına yakınının ancak Anayasa Değişikliği ile mümkün olacağı gözükmektedir.  AKP’nin anayasayı değiştirme gücü olmadığı göz önünde bulundurulduğunda bu sürecinde en nihayetinde Çözüm değil, Çözümsüzlük süreci olduğunu söylemek kâhin olmayacak kadar açık görünmektedir
      
        f. Sünni Merkezli Ümmetçi Dış Politika;
      
ABD’nin Ortadoğu bölgesinde bir model olarak sunmayı öngördüğü AKP, dış politikada ABD’nin çizgisi ve onayı ölçüsünde hareket edebildi. ABD’den onaysız, kendi vizyonu  “Sunni Merkezli Ümmetçi” çizgi olarak adlandırılan politik çıkışları başarısız oldu.  Ve Türkiye tarihinde ilk kez bu kadar yalnızlaştı.
        
Ortadoğu’da Sünni yönetimlerle kurmaya çalıştığı ilişki ve ittifaklar yürümedi. Mısır’da devrik İhvan lideri Mursi ve Hamas örgütüne verilen desteğin ve “Arap Baharı” yaşayan ülkelere yönelik çıkışların bir anlam ifade etmediği görüldü.

Başta komşularımız İran, Irak, Suriye olmak üzere bölge ülkeleri ile anlaşmazlıklara düşüldü. Suriye krizinde izlenen siyasetin, Türkiye’yi Ortadoğu batağına çekme riskini de beraberinde getirdi.  En yakın destekçisi ABD ile ilişkilerde gerginleşmeye neden oldu. Bölgesel sorunların çözümünde AKP dikkate değer bir aktör olamadı.

Hatay ili, Esad muhalifi grupların barınma ve üslenme bölgesi haline geldi. Suriye’de El-Kaide bağlantılı örgütleri desteklediği iddia edilen ve suçlanan Türkiye’ye, ABD başta olmak üzere uluslararası camiadan itiraz geldi. Türkiye’nin El Kaide'ye destek verdiği iddiasıyla ABD’deki politik merkezler ve medya tarafından Türkiye'nin "terör destekçisi ülkeler listesi"ne alınması gündeme getirildi. AKP en son hamlesi; Irak Kürdistan Bölge yönetimi Başkanı Nakşibendi olan Mesut Barzani ile ittifak kurmak oldu. Irak merkezi hükûmetinin tüm itirazlarına rağmen bu işbirliğinin nereye kadar devam edeceği daha şimdiden sorgulanır oldu.

AKP’nin sürdürmeye çalıştığı ve Batı tarafından “Yeni Osmancılık” olarak isimlendirilen diplomatik çıkışları Avrupa’dan uzaklaşma ve  “eksen kayması” olarak eleştirildi. Buna rağmen ulusal medya’da Tayyip Erdoğan’ının; bölgesel ve küresel bir lider olduğu, bölgede sözü geçen bir devlet adamı olduğu söylemi ısrarla yazılmaya devam edildi. AKP'nin kısaca dış politikada gelinen yeri; "Batıdan uzaklaşma, komşularıyla çatışma olmuştur."
         
            g. Eski Türkiye-Yeni Türkiye söylemi;
       
AKP kurmay ve yöneticilerince; eski Türkiye’den farklı olarak yeni bir Türkiye yaratıldığı teması yaygın olarak işlendi. Yapılan bir dizi reform ve uygulamalarla;
        "Kemalist yapının dağıtıldığı, TSK kaynaklı askeri vesayetin yok edildiği, demokrasi düşmanı darbe yanlısı kişilerden hesap sorulduğu, bu kişilerin yargılanmalarının sağlandığı, başörtüsüne özgürlük getirildiği, muhafazakâr-dindar kesimlerin mağduriyetinin giderildiği, elitlerin değil halkın demokrasisinin inşa edildiği ve ileri düzeyde demokrasi getirildiği, PKK terörünün bitirildiği, IMF borçlarının kapatıldığı, ciddi ekonomik gelişmelere çığır açıldığı, ortaya konulan dış politika ile dünyada olup bitene kayıtsız kalınmadığı, bölgesel bir güç haline gelindiği"  savunmasıyla   “Hayaldi Gerçek Oldu” söylemi döneme damgasını vuran slogan oldu.

Diğer bir söylemde; hesabın sadece halka verileceği savıydı. % 50 ile iktidar olan bir hareketin sadece ve sadece halk tarafından denetlenebileceği, başka bir merci tarafından denetim kabul görmeyeceği ısrarla işlenmekteydi.
       
Demokrasinin olmazsa olmaz şartının sadece oy ile endeksli olduğu öne çıkarıldı. Oysa, demokratik seçimler iktidarın oy ile el değiştirmesi temel göstergelerden biri olduğu herkesçe bilinen bir kıstastı.  En az onun kadar önemli olan evrensel hukuk ve yönetim normlarına bağlı kalınması, muhalif grup ve kitlenin talep ve arzularının göz ardı edilmemesi, kişi hak ve özgürlüklerine bağlı kalınması gerektiği her nedense görmemezlikten gelinmekte, göz ardı edilmekteydi.

AKP bu konuda zaman zaman despotik ve dikta rejimlerini andıran uygulamalarıyla da dikkati çekmiştir. Özellikle geniş yığınların katılımıyla ortaya çıkan Gezi Parkı gösterilerinin bastırılması için ortaya konulan orantısız ve ezici güç, tüm dünya’da, bağımsız gözlemciler tarafından eleştirildi. Diğer yandan özgür basın ve gazeteciler ciddi baskıya maruz kaldığı ve bir kısım gazetecinin tutuklandığı görüldü.

Gezi Parkı eylemeleri sonrasında Avrupa ve ABD ‘den ciddi anlamda eleştiriler geldi.  “Ilımlı islami bir Hukumet”e verilen desteğin, “despotik  bir yönetime” yönelmesi halinde  tasvip görmeyeceği  ortaya çıktı. AKP,  bu olaylara yaklaşımı nedeniyle ABD ve Batı ülkelerinde ciddi destek kaybına uğramıştır.

Yeni Türkiye’de ileri sürülen bir argüman da;  her türlü muhalif grubun arkasında küresel güç ve sermayenin olduğunun ileri sürülmesi olmuştur. Bu güçlerin AKP’ye cephe aldığı ve iktidarlarını hedeflediği savı bıkmadan usanmadan söylenmiştir. En son olarak Başbakan Tayyip Erdoğan, 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları sonrasında ABD elçisini hedef alan çıkışı, ABD’nin sert tepkisi üzerine bir daha dillendirilmemiştir.
 
       h. Bir İlk: Türk Askeri’nin Başına Çuval Geçirilmesi (4 Temmuz 2003);

Bu konu Türk milleti belleğinde bir travma oluşturduğu için burada özetlenecektir. ABD'nin milli bayramı (Bağımsızlık Günü - Independence Day) kutlamalarının yapıldığı günde;  Kuzey Irak-Süleymaniye’de  “Türk Özel Kuvvetleri”  karargâhına, ABD askerleri Peşmergeler ile birlikte baskın düzenledi. Askerlerin başlarına çuval geçirilmek suretiyle 60 saat alıkonulup, sorgulandı.

Tarihte ilke kez Türk askeri bu kadar küçük düşürücü bir olayla karşılaştı. TBMM'de kabul edilmeyen 1 Mart teskeresi sürecinde ABD lehinde, AKP Hükûmeti yanında pozisyon almayan TSK cezalandırılmak istendi. ABD; 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden Türk Ordusunu sorumlu tutuyordu. AKP hükûmeti bu olay nedeniyle ABD’ye hatırı sayılır bir tepki veremedi. Bunun nedeni daha sonra ortaya çıkmıştır. 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra “Felaket ile Flört: Türkiye - Irak - ABD” adlı konferansta CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey yaptığı konuşmada;  “Türkiye’de ilk kez bir İslami partinin iktidara geldiğini hatırlatarak, AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafeslediklerini” anlatmaktaydı.
       
İlerleyen süreçte;  TSK’ nın siyasi iktidar eliyle nasıl tasfiye edildiğine, ABD destekli AKP merkezli dizayn edilen yeni Türkiye'de; "kendi milli ordusuna nasıl bir kumpas kurulduğuna" tanıklık etmiş olacaktık.

18 Aralık 2013 Çarşamba

“AKP - PKK Görüşmeleri: Barış Süreci Değil, Yeniden Savaş Sürecidir.”

Üniter, milli devlet sistemi var olduğu sürece; etnik bölücülerin, siyasal İslamcılarla işbirliği içerisinde, Atatürk ve O’nun miras bıraktığı devlet sistemiyle mücadelesi kaçınılmaz devam edecektir.

Komünist kuramcılardan Lenin “Üretim araçlarında özel mülkiyet düzeni var olduğu sürece, bu ekonomik temel üzerinde, emperyalist savaşlar, mutlak biçimde kaçınılmaz olacaktır.”  şeklinde mülkiyetin ideolojik mücadele sistemlerindeki belirleyiciliğine dikkat çekmiştir.

Bu kuramı ülkemiz şartlarında farklı bir şekilde uyarlamak mümkündür: “Büyük Atatürk’ün kurduğu üniter, milli devlet sistemi var olduğu sürece; emperyalist güçlerin desteğiyle; etnik bölücülerin, siyasal İslamcılarla işbirliği içerisinde, Atatürk ve O’nun miras bıraktığı devlet sistemiyle mücadelesi kaçınılmaz devam edecektir.”

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş sürecinde ve devamında iki grupla kıyasıya mücadele edilerek kurulmuştur.

Yukarıda öngörü olarak ifade edilen fikir, günümüz şartları içerisinde oluşan bir olgu değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süresi ve devamında emperyalist dış güçlerin desteklediği bu iki grupla kıyasıya mücadele edilmiştir. 

Genç Türk devletine meydan okuyan;
-  Eskiye özlemi çağrıştıran irticai, gerici akımlar ve,
-  Kürt bölücülüğü olmuştur.

“Üniter, Milli Devlet’e” muhalif olan gruplar ve yandaşları, Mustafa Kemal ATATÜRK döneminde ciddi, kalıcı ve kesin bir yenilgiye uğratılmıştır. Bu grupların yenilgiye uğramalarındaki etkenlerin başında; Büyük ATATÜRK ve arkadaşlarının üstün devlet adamı özellikleridir. Diğer önemli bir neden bu muhaliflerin arkalarında yeterli “halk desteği olmayışıdır.” Bununla birlikte emperyalistlerden arzu ettikleri dış yardımı alamamış” olmaları da ayrı bir etkendir.

NATO sayesinde ülkemizdeki iç dinamiklerin kontrolü dış güçlerin özellikle ABD’nin eline geçmiştir.

2 nci Dünya Savaşına kadar ülkemizde iç istikrarı bozucu ciddi olaylar olmamıştır. 2 nci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’nın ülkemiz üzerindeki baskısı ve Boğazlarda üs talep etmesinin de etkisiyle Türkiye NATO’ya girmiştir. NATO üyeliği “ülkemizin bağımsızlığından” da ödün verildiği yeni bir dönemi açmıştır. NATO sayesinde ülkemizdeki iç dinamiklerin kontrolü dış güçlerin özellikle ABD’nin eline geçmiştir.
Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünya düzeninde “Üniter Milli Devlet” ciddi bir saldırı ile karşılaşmamıştır. Egemen güçler, mevcut statükonun devamının kendi güvenliği ve çıkarları açısından uygun görmüşlerdir. Ancak “gerici dini gruplar, mezhepsel farklılıklar ve ayrılıkçı kürt bölücüler” gibi gruplar kargaşa ortamı yaratılması için istismar edilebilecek unsurlar olarak değerlendirilmiştir.
Nitekim 1970 li yıllardan itibaren Ortadoğu’da ABD-Rusya mücadelesi Türkiye’yi yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. ABD, komünist yayılmaya karşı “Yeşil Kuşak” olarak adlandırdığı strateji çerçevesinde ülkemizdeki dini gruplara destek olmuştur. Diğer yandan Türk devlet adamlarının öngörüsüzlüğüyle Türkiye; “Ortadoğu batağına çekilmiş, komşu ve islam ülkeleri ile arasını bozacak, ulusal güvenliğini tehdit edecek politik tercihlere yönelmiştir.”
Bu süreçte Türkiye; “İran-Suriye-Rusya” ittifakına karşı “ABD-İsrail-Türkiye” işbirliğinde yer almıştır. Rusya, Türkiye’nin cezalandırılması için düşmanca tavırlara girmiştir.  Bu çerçevede “ayrılıkçı kürt” kartını ileri sürmüş “Kürdistan İşçi Partisi-PKK” kurulmasında etkin rol oynamıştır. Rusya müttefiki olan Suriye’de, PKK’lı militanlarının barınma, üslenme ve eğitilmesini sağlanmıştır. Türkiye karşıtı cepheye daha sonra İran’da katılmış, PKK’ya topraklarını açmıştır.
Küresel rekabetin devam ettiği dönemde; PKK her ne kadar Rusya desteği ile kurulan bir örgüt olsa da, NATO üyesi ülkelerinde PKK’lı teröristlere kucak açmış ve her türlü desteği sonuna kadar vermişlerdir.

 Türkiye, bir yerde;  müttefiki olan NATO ülkelerinin desteğini alan Kürt ayrılıkçıları ile mücadeleye girmiştir. Bu dönemde, Batıya ciddi bir ikaz, uyarı ve itiraz yapılamamıştır. Bir çok NATO ülkesi toprakları PKK teröristlerin cirit attığı bir üs bölgesi haline gelmiştir.
Diğer yandan PKK terör örgütü ile birincil mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), eskiden beri rticai, gerici dini akımları da, Cumhuriyete bir tehdit görmüştür. Devlet sistemi de bu zihniyetle  bürokratik mücadeleyi devam ettirmiştir.
İki kutuplu dünya sisteminde Rusya’nın oyun dışı kaldığı süreçte; ABD, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek adına harekete geçmiştir. ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde ABD politikasına TSK’dan alışılmadık şekilde, önemli itirazlar gelmiştir.
TSK sözcülerinin;
- NATO’yu eleştiren görüşlerle öne çıkması,
- NATO’ya bir alternatif olabilecek "Şangay birliği" ile Türkiye-Rusya-İran-Çin ekseninde işbirliğinin öneminin dillendirilmesi,
-  ABD’ nin Ortadoğu’daki düzenlemelerine karşı çıkması,
gibi nedenlerle TSK,  ABD ve diğer Batılı ülkelerin dikkatini çekmiştir. Uzun vadede bölgesel çıkarlarının tehlikeye düşeceği kaygısıyla ABD harekete geçmiş ve ABD nin yeni hedefi Türk Ordusu olmuştur. ABD, öncelikle; en büyük engel olarak görünen “TSK’nın tasfiye edilmesini hedeflemiştir”. Bunun için demokratik usul ve yöntemlerin kullanılması ilke olarak benimsenmiştir.
Diğer yandan “Müslüman dünyaya pro-tip olacak, örnek gösterilebilecek “siyasal islami” bir iktidar sunulması gayesi de güdülmüştür.”  Ezelden beri TSK düşmanlığı olan birçok politik grup kullanılmış, aralarında sorunlar olmasına rağmen bu gruplar “TSK ve Uniter Milli Devlet düşmanlığı” içinde birleşmişlerdir. 

Aynı şekilde TSK aleyhinde kamuoyu oluşturmak için medya-basın  bir araç olarak kullanılmıştır.
Karşıt gruplar;
- Siyasal İslami gruplar,
- Cemaat türü dini yapılar,
- PKK, Kürt ayrılıkçı örgütler olmuştur.
Siyasi atmasfer değiştirilmiş ve AKP İktidar olmuştur.

Ülkemizde; egemen güçlerin örtülü ve gizli desteğiyle siyasi atmosfer değiştirilmiştir. Oluşturulan olumlu hava sonucunda ilk kez dini argümanı politik bir misyon olarak üstlendiğini deklare eden AKP iktidara gelmiştir. ABD destekli AKP, iktidarını pekiştirdiği süreçle birlikte ittifak ettiği ve iktidarını paylaştığı İslami gruplarla işbirliği içerisinde “Devleti yeniden şekillendirme” içine girmiştir. Bir nevi sessiz devrim yapılmıştır. Daha önce akla bile gelmeyen birçok şey kökten değişmiştir. Laik, Üniter, Milli Devlet’i hedefi alan Cumhuriyetin ve devletin genleri ile oynanmıştır.
Tabiki asıl hedef olan TSK’nın tasfiyesi de bu süreçte tamamlanmıştır. TSK’nın devre dışı bırakılmasıyla birlikte; “Atatürk, TC, Üniter Milli Devlet, İrtica, Türk Milleti, PKK  vb.” tartışmaya açılmıştır.
Gücünü cemaatla paylaşan AKP, ülkeye itibar kaybettirmiştir.

Geçmişin hıncını alma sevdasıyla  cemaat başta olmak üzere bazı güçlerle hareket ettiği gözlenen siyasi iktidar,  gücünü bu gruplarla paylaşmıştır.  Diğer yandan AKP'nin küresel, bölgesel sorunlara odaklı ve  etkin dış politika sürdürüldüğü yaygın olarak söylensede,  sürdürülen dış politika içinden çıkılmaz hal almış, Dış politikadaki  her önemli adım Türkiye aleyhine dönen bir kuşatmaya dönmüştür. Modern Dünya'da Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının Suriye’de; Kökten dinci örgütlere destek oldukları iddiaları ile Uluslararası Mahkemede yargılanması talep edilmeye başlanmıştır. Devlet kurumları arpalık haline getirilmiş, yandaş zihniyete peşkeş çekilen, kadrolaşılan alanlar haline dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti  hızla itibar kaybetmiş, saygınlığı sorgulanan bir ülke haline gelmiştir.
ABD gözetiminde AKP-PKK görüşmelerinin başlatılmıştır.

Öte yandan; ABD gözetiminde; AKP-PKK görüşmeleri basına yansımıştır. AKP, kendinde aslında var olmayan özgüvenle PKK terörünü bitirip, ülkede barışı egemen kılacağını ilan etmiştir. PKK’nın, dış bağlantılarından ziyade, “sanki ülke içerisindeki dinamiklerin, sorunların bir sonucu olduğu iddiası” ile kendisinden önceki siyasal iktidarların ve askeri vesayetin, PKK terörünün bitirilmesinde engel olunduğu yaygarası yayılmıştır. Birçok siyasi kişilik, bürokrat PKK örgütüne şirin görünme yarışına girmiştir.
Aslında yapılanlara bakıldığında “Çözüm” olarak AKP’nin yapmaya çalıştığı; PKK’nın dolayısıyla Terörist Abdullah Öcalan’ın isteklerinin kabul edilmesinden başka bir şey değildir.
AKP eliyle sonuçlandırılmak istenen sözde "Çözüm Süreci" istekleri
  • Uniter Milli Devletin dağıtılmas,
  • Anayasa’nın değiştirilmesi,
  • Anayasada Kürtlerin ayrı bir halk olarak tanınması,
  • Anayasada Kürtçenin eğitim dili olarak serbest bırakılması,
  • Anayasada İdari yapıda federasyon benzeri siyasi ve ekonomik bir “ Özerk” ayrı bir yapının oluşturulması,
  • Köy Koruculuğunun kaldırılması,
  • Abdullah Öcalan’nın serbest bırakılması,
  • PKK teröristlere Af getirilmesi,
  • Okullarda Andımızın kaldırılması,
  • Türk Devleti kurucusu Atatürk’ün resim ve heykellerinin kaldırılması,
  • Araştırma komisyonu oluşturulması bu sayede eski yıllarda bölgede görev yapan güvenlik personelinin yargılanması,
  • Bölge, yer ve şahıs isimlerin mahalli isimlerle değiştirilmesidir.
PKK’nın yukarıda sıralanan talepleri daha önce, gündeme getirilmiştir.
Abdullah Öcalan’nın Kenya'dan Türkiye'ye getirildikten sonra 2 Ağustos 1999 tarihinde yaptığı bir çağrı ile PKK gruplarını sınır dışına çıkarmış, 22 Eylül 1999 tarihinde de sözde “Demokratik Cumhuriyete destek ve iyi niyet adımı” olarak bir grup PKK’lının Türkiye'ye gelmesini istemişti. Bunun üzerine PKK 1 Ekim 1999 tarihinde: sözde “Barış ve Demokratik Çözüm Grubu”, Türkiye'ye silahlı olarak giriş yapmıştır. “Görevim gereği, gözaltına alınan 8 kişilik sorgulaması sırasında bulunmuştum. Bu kişilerin öne sürdükleri ve istedikleri şartlar, yukarda sıralanan şartlarla aynıydı. Ancak, zamanın Hükümeti bunlara itibar etmedi. Ön koşulsuz olarak tüm silahlı grupların teslim olması haricindeki talepler kabul görmedi.”
AKP, PKK'nın isteklerini yerine getirme konusunda istekli görünmektedir.

AKP, PKK’nın isteklerini yerine getirilmesinde önceki hükûmetlerin aksine istekli olduğu görünmektedir. Bu doğrultuda kamuoyu oluşturmak adına her türlü imkân seferber edilmiştir. Bu süreçte; TSK’nın operasyonları askıya alınmış, TSK ateşkes durumuna geçmiş, Bölge PKK’ya teslim edilmiştir. PKK’nın tehditleri karşısında birbiri ardına “Reform Paketi” adı altında kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Diyarbakır’da konuşan Başbakan Kürdistan tabirini keyifle dillendirmiştir. Ancak, bu düzenlemelerle PKK’nın taleplerinin karşılanması mümkün değildir.
Burada yapılmak istenen örgütle mücadele olmadığını söylemek mümkündür: Amaç, siyasal İslam’ın “ümmet felsefesine” uygun olarak devletin yeniden inşa edilmesi, Üniter, Milli Devlet’in tasfiye edilmesidir. Nitekim; sözbirliği içerisinde başta siyasi iktidarın sözcüleri olmak üzere; Siyasal İslami gruplar, Cemaat türü dini yapılar ve Kürt ayrılıkçı örgütler;  “Üniter, Milli Devlet”i iştahla tartışmaya açmışlardır. Hatta bir Türk Irkı olmadığını, insanların sabrını zorlar şeklinde ifade eder olmuşlardır.
AKP, ABD ve egemen güçlerden aldığı destekle PKK ile yapılan görüşmelerin olumlu sonuçlanması durumunda siyasi kazanımlar elde edileceği öngörmektedir. 
Bölgede; PKK’nın kontrolü dışında başka siyasi partilerinde olabileceği, İslami Kürt partilerinin de var olacağı, AKP oylarının artacağı, bu olumlu hava ile İktidarının daha uzun yıllar süreceği hesabı yapıldığı gözlenmektedir.
Süreçte muhtemel gelişmeleri / olabilecekleri  şöyle sıralayabiliriz.
  • “PKK,  kadrolarını yenilemiş, ilişki ve ittifaklarını geliştirmiş, militanlarını eğitmiş, lojistik imkânlarını artırmış, Silahlarını yenilemiş ve tamamlamış, başta Suriye’de olmak üzere yeni siyasal kazanımlar, mevziler elde etmiştir. PKK, terör eylemlerine olanca hızıyla geri dönebilecek duruma gelmiştir.”
  • AKP’nin, neye mal olursa olsun ve her şeye rağmen PKK’nın taleplerini yerine getirme gücü yoktur. AKP, “tüm bu 11 yıllık süreçte, iktidara geldiği andaki sorundan çok daha fazlasını şu an kendisinden sonra miras bırakır hale gelmiştir.”
  • Toplumsal ayrıştırma, Atatürk, TSK ve milli değerleri itibarsızlaştırma, PKK’yı siyasallaştırma, uniter devleti tartışmaya açma gibi hayati konularda ağır tahribatlar açmıştır. Bununla birlikte despotik ve kanun dışı uygulamalarla da modern dünyadan çığ gibi tepki toplamıştır.  En nihayetinde üstlendiği misyonu tamamlamıştır. Önümüzdeki süreçte;  varoluş mücadelesine gireceği ve kendisini iktidar eden güçlerin avucunda eriyeceği değerlendirilmektedir.
  • Diğer yandan; ABD-AKP ilişkileri arzu edilen düzeyde gitmeme riskleri taşımaktadır. 
  • Gelişen jeopolitik durumlara göre PKK'ya farklı misyon verilmesi de imkan dahilindedir. 
  • ABD, İmparatorluk felsefesinde yönetilen, uzun vadeli plan ve uygulamalarla dünya ölçeğinde gücünü, kudretini koruyabilen bir devlettir. ABD, içerde operasyon yapmak istediği ülkede; işbirliği yaptığı politik güçleri veya figürleri bir süre sonra deviren, saf dışı eden bir algıya sahiptir. Siyasi tarih bunun birçok örneği ile doludur. Hedef ülkede çatışma ve rekabet içinde olan gruplar ve politik figürler zevkle kullanılmaktadır. Süreç içinde yeni sorunlar ve kargaşa ortamının yaratılması sağlamaktadır. Bu, büyük güç olmanın  doğası  gereğidir.
Sonuç;

Uzun bir şekilde özetlemeye çalışıldığı gibi, PKK ancak; “emperyalist gücün taşeronu alan siyasi kadrolarla değil;  milli ve öngörü sahibi devlet adamlarının kararlı, taviz vermez tutumlarıyla, Israrla takip edilecek milli dış politikayla, buna paralel olarak  örgütün lider kadrosunun yok edilmesiyle ve  kesintisiz sürdürülecek askeri başarıyla bitirilebilir.”