14 Mart 2013 Perşembe

PKK'nın Rehineleri Bırakması Üzerine: Türk Ordusu


Türk devleti,  bir nevi “İç güvenlik, asayiş olayı” olarak gördüğü PKK terörü ile yıllarca mücadele ediyor. 

Nitekim, PKK’da; “Türk ordusunu, iç güvenliğe göre dizayn edilmiş bir ordu olarak” değerlendiriyor. Bu değerlendirmenin kısmen doğru olduğunu kabul edebiliriz. Ordu, kamu düzenin sağlanmasında bir nevi polis gücü görevi  gibi kullanıldı ve son 30 yılda PKK ile asıl mücadele eden güç Türk Ordusu oldu.

Türkiye, insan sayısı olarak Milyon’a varan bir Ordu bulundurulmasına rağmen, bu güç ulusal sorunların, lehte çözümü konusunda dış politikada baskıcı bir araç olarak kullanılamadı.

Yıllarca batı Trakya kan ağladı, Bulgaristan’daki Türkler esir kamplarında tutsak edildi, topraklarından koparıldı ve trene bindirilip Türkiye’ye gönderildi, kardeş Azerbaycan’ın Ermenistan ile çatışmasında destek sağlanamadı. Irak’ta Türkmenlere yardım eli uzatılamadı.
Milli bir Türk Ordusu Oluşturulamadı. 

NATO ülkeleri ve ABD kendi ordusunu, ulusal çıkarlarına ulaşmada bir araç olarak kullanırken, Türk toprakları NATO ve ABD askerlerinin konumlandırılması için tahsis edildi. Bu çerçevede Türk Ordusu,  sadece NATO’nun Jandarmalığı ötesinde ciddi bir görev üstlenmedi. Ordunun ihtiyacı olan Harp silah ve araçını ABD karşılar oldu. Milli savaş sanayide kurulamadı. ABD’nin kullanım dışı, iş görmez askeri teçhizatı Türk Ordusuna sanki bir nimet gibi sunuldu. 2 nci Dünya Savaşından kalan Tank ve araçlar Türk ordusunun vuruş gücünü oluşturdu. Hatırlanacağı üzere, Irak krizinde ABD-Irak savaşı öncesinde; ülkenin Batısından güney doğuya kaydırılan birliklerin sağda-solda kalmış yüzlerce aracına şahit olduk. İnsan sayısı haricinde, kullanılan harp silah-araç ve teçhizat olarak ciddi bir kara, deniz ve hava gücü yaratılamadı.

Harp okullarında yetişen subaylara, geleceğin komutanlarına; Türk Tarihi, Harp Tarihi, Strateji gibi güncel gelişmeleri anlayacak ve tarihsel derinliği ile yorum getirebilecek dersler öğretilmedi. 

Uygulanan eğitim metodu;  şekli disiplini öne alan,  düşman olarak'ta hiç karşılaşma şansı olmayan mütecaviz  (Rus)doktrini öğretildi. Türk ordusunu yönetecek kadrolara gerçekci,  çağdaş askeri bilgiler verilemedi.  Bu yüzdende lider kadro, dünyayı anlama, gelişmeleri takip etme ve Türk Ordusunu gelişen dünya şartlarına göre reform edebilme öngörüsü ve değerlendirmesinden uzak kaldı. Mesela; dünyada benzeri olmayacak ölçüde iç güvenlik tecrübesi olmasına rağmen Türk ordusu mücadele ettiği unsurlara karşı;  Rusya’nın Dağıstan’da, ABD’nin işgal gücü olduğu halde Afganistan’da yaptığını yapamadı. israil ile zaten karşılaştırılamazdı.

Lafı uzatmadan bir noktaya gelmek istiyorum:

Yıllarca PKK ile mücadele eden, bunun için özel örgütlenmelere giden, komando, uçarbirlik ve özel birlikler oluşturan Türk ordusu; maalesef son gelinen noktada ciddi bir örnek gösteremedi. PKK, kaçırdığı rehineleri, kendi tabirleri ile esir-tutsakları sınırın hemen diğer tarafında tutabiliyor. Ve bu rahatlığını bozacak ciddi bir operasyonla karşılaşmıyor. PKK, bu rehineleri daha öncelerde yaptığı gibi, kendi istediği yerde ve zamanda, savaş kazanan bir kumandan edasıyla, tutanakla ve pazarlık aracı olarak Türkiye’den giden heyete teslim ediyor.

Bir Türk vatandaşı olarak;

PKK tarafından kaçırılmış, PKK'nın elinde bulunan Türk Askeri ve vatandaşlarının “Rehine Kurtarma Operasyonu” ile kurtarılmasını beklerdim.
Ben, yine bir vatandaş olarak, PKK’nın elebaşlarının özel operasyonlarla yakalanıp, Türk adaletine teslim edilmesini beklerdim.
Ben, yine bir vatandaş olarak Irak dağlarının bombalanmasını değil, örgüt elebaşlarının inlerinin başına yıkılmasını beklerdim.
Ben, PKK’yı alt edemeyen şahsiyetlerin, buna bir kılıf, bahane bulup, “düşük yoğunlukta çatışma” safsatası ile halkımın oyalanmamasını, kandırılmamasını isterdim.

Ben, bir vatandaş olarak lider kadrosu tasfiye edilmiş,  sevk-idare, komuta merkezleri tepelenmiş bir örgütün dış desteğinin kesilmesi konusunda Hukumetin elini güçlendiren  başarılar olmasını isterdim.
İşte o zaman; ne “PKK ile müzakare, Ne de PKK diye bir örgüt kalırdı.” Devlete isyan eden Şaki Apo (PKK), daha önceki benzerlerinde olduğu gibi; Şeyh Sait veya Şeyh Ubeydullah isyan hareketleri gibi tarihin eski sayfalarında, hak ettiği yeri almış olacaktı.


 http://gundem.milliyet.com.tr/teslimatta-ne-imzalandi-iste-detaylar-/gundem/gundemdetay/14.03.2013/1680417/default.htm

22 Kasım 2012 Perşembe

“AKP, Tribünlere Oynuyor: İsrail-Hamas Rekabetinde Kaybeden Türkiye’dir.!!”


Hamas kontrolündeki Gazze, İsrail için adı konulmamış bir tatbikat bölgesi gibi.
Hamas’ın İsrail’e füze fırlatması sonrasında, İsrail uçakları 14 Kasım 2012’den beri Gazze’ye ölüm kusuyor. Gazze, İsrail için adı konulmamış bir tatbikat bölgesi gibi. Her türlü silah deneniyor ve kullanılıyor. Çoluk-çocuk demeden Filistin halkını yok etmeyi sürdürüyor. Başbakanlık binalarını başlarına yıkıyor. Binalar vuruluyor. Gazze harebeye dönüyor. 

Bölgeden 2005 yılında çekilen İsrail, deniz ve kara ablukasını sürdürüyor.  Dünya ile irtibatı olmayan Gazze’de insanlar,  hayatta kalabilmenin mücadelesini veriyor.

Türkiye,  Gazze saldırısı sonrasında İsrail’e en sert çıkışı yapan ülke oluyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan krizde aktif rol üsleniyor. ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmelerinde "Ateşkes için siz İsrail tarafını ikna edin, biz de Hamas'la görüşelim..." mesajı veriyor. Buraya kadar izlenen siyaseti normal seyrinde devam ediyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mısır ziyareti ve sonrasındaki çıkışları, iç kamuoyunda gururları okşamaktan öteye geçmeyen hamasi nutukların ötesine geçmiyor ve İsrail karşıtlığı, ABD tarafından da tepkiyle karşılanıyor.

Mısır ziyaretinde;“İsrail Cumhurbaşkanı’na Davos’ta da söylemiştim. Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz. Bunu periyodik olarak yapıyorlar. 2008 seçimleri öncesinde yaptılar. Netanyahu’ya sesleniyorum, bilesin ki 2012’nin şartları 2008’in şartları gibi değildir. Hesabını iyi yap”. 8.Avrasya İslam Şurası’nın açılışında yaptığı konuşmasında; "İsrail bir terör devletidir." ifadelerini kullanıyor.

Erdoğan -İsrail Atışmasında ABD, İsrail yanında Posizyon Alıyor.

Erdoğan'ın bu çıkışları ABD tarafından anında karşılık buluyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland “Tabii ki İsrail'e karşı retorik saldırıların şu anda faydalı olmadığını düşünüyoruz.” 

Öte yandan Gazze'deki gelişmeleri değerlendiren Obama; Gazze’deki ihtilafı çözmeye yönelik her girişimin “öncelikle İsrail topraklarına füze atılmamasından” geçtiğini, ”Dünyada hiçbir ülke kendi halkının üzerine füze yağmasına tahammül göstermez. İsrail’in, Gazze Şeridi'ndeki militanlarca atılan füzelere karşı kendini korumaya hakkı vardır.”  beyanıyla İsrail’e açıktan destek veriyor.

Ayrıca 21 Kasım’da ABD Hükümeti, doğrudan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yapıyor. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'i “terörist devlet” olarak tanımlaması ve ABD Başkanı Obama'nın “İsrail’in kendisini savunma hakkı var” açıklamasını eleştirmesi, Washington'ı rahatsız ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı, yönetimin rahatsızlığını Türk makamlarına sözlü olarak iletiyor. ABD yönetimi, “Hükümetin söylemleri oldukça sert. Bu tür sert söylemlere katılmıyoruz. Ayrıca bu açıklamaların, sorunu çözmeye ve yardımcı olmaya değil, aksine daha da derinleştireceği endişesini taşıyoruz. Bundan sonraki açıklamaların daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyoruz” mesajı veriliyor.
           
Gazze krizi sürecinde ABD’nin devreye girmesiyle İsrail pes ediyor. ABD’nin liderliğinde; Mısır’ın arabuluculuğunda yapılan görüşmeler sonucunda 22 Kasım’da ateşkes sağlanıyor. Ortak düzenlenen basın toplantısında konuşan Hillary Clinton, "ABD, İsrail'le Filistinli gruplar arasındaki ateşkesi, füze saldırılarının ve şiddetin sona ermesini memnuniyetle karşılıyor. Bölge halkları, korku duymaksızın yaşamayı hak ediyor. Mısır'a bölgesel liderliğinden dolayı teşekkür ediyorum" diyerek noktayı koyuyor. Anlaşmaya göre, 'İsrail, Hamas yönetimindeki Gazze Şeridi'ne yönelik havadan ve karadan yürüttüğü saldırılarını durduracak; Filistinli gruplar, İsrail'e yönelik roket atışlarını sona erdirecek.

AKP ne Yapmaya Çalışıyor?

AKP, ‘nin bir taraftan iç kamuoyuna mesajlar verirken diğer yandan yeni bir eksen oluşturma gayretlerinde olduğu görülüyor. İsrail’e karşı;
    

  • Terörist Örgüt Hamas, 
  • Müslüman Kardeşlerin temsilcisi yeni dikdatör Muhammed Mursi liderliğindeki Mısır,
  • Katar  Emirliği ve,
  • Suud ailesi tarafından yönetilen Ortaçağ zihniyetindeki Suudi Arabistan' dan oluşan bir cephe yaratmaya çalışıldığı izlenimi alıyoruz. 
Oysa, bu ülkelerin ABD’ye rağmen, İsrail karşıtı bir oluşumda somut icraatlarda bulunmaları hayal ötesi…

AKP, terörist devlet olarak adlandırdığı İsrail’e karşı mücadele veren Hamas  ve diğer Filistinli örgütlere elle tutulur bir destek verme cesareti gösteremiyor.

İşin düşündürücü tarafı; AKP kurmaylarının, Suriye muhaliflerine silah ve lojistik destek sağlandığını açıklarken, terörist devlet olarak adlandırılan İsrail’e karşı mücadele veren Hamas  ve diğer Filistinli örgütlere elle tutulur bir destek verme noktasında cesaret gösterilemiyor.

Bu kadar koca koca lafların ardından İsrail’e karşı somut bir sonuç çıkmıyor. Suriye’deki isyancılara her türlü silah-mühimmatı sağlanırken, İsrail’in bombardımanı altındaki Filistinli mazlumlara sıra gelince, kuru laftan öteye gidilemiyor.

Burada hatırlatılması gereken bir  diğer bir konuda Museviler ile Tayip Erdoğan arasındaki basına yansıyan ilişkidir. 

Tayyip Erdoğan, 26-30 Ocak 2004 tarihleri arasında Amerika'ya gitti. Ziyaretinin ilk gününde Musevi lobisinin önde gelen kuruluşu olan Amerikan Musevi Kongresi'nden (AJC) "Yahudi Cesaret Ödülü" aldı. Erdoğan'ın onuruna yemek verildi. Erdoğan, ödülünü aldıktan sonra şöyle konuştu: "Türkiye ve israil arasında her zaman varolan dostluk, karşılıklı anlayış ve güven temelindeki ilişkilerin son dönemde kazandığı ivmenin altını memnuniyetle çizmek isterim." Türkiye'nin terörün her türlüsüne karşı olduğunu belirten Erdoğan, Amerika'nın uluslararası terörizmle mücadelesini de 'kalben' desteklediğini “ belirtti. AJC tarafından bugüne kadar on kadar kişi ödüle layık görüldü; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan’dır.  İsrail'e son dönemde esip gürleyen Erdoğan’nın bu tutumunu en azından neden "Yahudi Cesaret Ödülü"nü iade etmek gibi somut bir adımla desteklemiyor?

İsrail’e karşı mücadele veren örgütlere silahların büyük bir çoğunluğu İran tarafından sağlanıyor. 

AKP'nin hamasi nutuklarına karşın, İran somut adımlarla destek sağlıyor. İran, oyun kurucusu olarak, olmazsa olmaz bir aktör olarak pozisyonuna devam ediyor. 

Nitekim; iran Hükümet Sözcüsü Ali Larjani, Fars Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada; Filistine silah gönderme çağrısı yapıyor. “Tüm Arap liderlere sesleniyorum, silah yardımı yapın. Oturup görüşerek hiç bir şey elde edemezsiniz. Filistin'in sözlere ihtiyacı yok. Eğer gerçekten yardım etmek istiyorsanız silah yardımı yaparsınız ayrıca, kendilerinin de Filistin'e askeri yardım yapmaktan onur duyacağını” belirtiyor.
           
Hamas İsrail, ABD ve AB'nin terör örgütleri listesinde. 

AKP’nin diğer bir çıkmazı da desteklediği Filistinli örgütlerden Hamas. Gazze Şeridi'nde 2007 yılında seçimle işbaşına gelen Hamas İsrail, ABD ve AB'nin terör örgütleri listesinde. Yani PKK terör örgütü neyse, Hamas’da öyle görülüyor. 

AKP, 4 ncü olağan Parti Kongresine Hamas lideri  Halid Meşal'ı davet ediliyor ve kongrede Meşal konuşma yapıyor. Bilindiği üzere Kongere’de bulunanlar arasında  diğer bir kişide Mesut Barzaniydi..

Hamas’ın İsrail’e karşı askeri bir başarı elde etme şansı görülmüyor. 

Hamas, ilk defa İsrail saldırılarına elindeki Fecr-5 füzeleri ile karşılık verdi. 75-80 Km. menzilli bu füzeler Gazze’ye 71 kilometre mesafedeki Tel Aviv ve 78 Km. uzaklıktaki Kudüs’ü de vurabiliyor. Bu füzelerin İran tarafından sağlandığı büyük bir ihtimal. İsrail bu yüzden İran’ı hedef gösteriyor. 

İsrail’in “Çelik Kubbe” isim verdiği füze savunma sistemi Kassam, Grad ve Facr tipi kısa ve orta menzilli füzelere karşı kullanılıyor. Hamas’ın füze savunma sistemini saf dışı edip İsrail şehirlerini vurması mümkün değil. Hamas’ın ilk kez 3 adet füzeyle Tel Aviv’i vurduğu anda “Çelik Kubbe” sisteminde bir arıza olduğu anlaşılıyor. Bu krizde İsrail, ABD işbirliği ile oluşturduğu “Çelik Kubbe” füze savunma sisteminin denemesini de yapıyor.

AKP’nin, İsrail-Hamas krizinde, İsrail’i şiddetle kınaması diplomasinin yadırgadığı bir dil değil.  Nitekim benzer şekilde birkaç Avrupa ülkesi İsrail’i kınamışlardır. Ancak, AKP’nin mevcut durum itibariyle Ortadoğu’da İsrail’e karşı bir aktör olma isteği, hem uluslararası konjektör,  hem de ulusal güç unsurları itibariyle gerçek dışı görünüyor.

Netice olarak daha somut ifade etmek gerekirse; 

Uluslar arası konjektör yanında en öncelikli nedenlerinin başında AKP-ABD ilişkilerindeki, ABD’ye bağlılıktır. Bu durum, AKP’nin ABD’den bağımsız bir insiyatif almasını olanaksız kılmaktadır. 

Diğer nedenler ise, Milli Güç’ün henüz bu misyonu destekleyecek kudrete olmamasıdır. Milli güç unsurları olarak başta;  Siyasi, Ekonomik ve Askeri güç açısından Türkiye bölgesel bir güç olmaktan çok daha uzaklardadır.
       
Henüz, rejim sorununu çözememiş, Ordusu ile kavgalı, Kamu oyu bölünmüş,  ülkeyi parçalamak ve Kürdistan diye bir devlet kurmak için PKK terörünün olanca şiddetiyle devam ettiği, huzur ve asayişi sağlanmamış bir memlekette siyasi iktidar sahipleri için en kolay olanı; “Trübünlere oynamak ve Slogan diplomasi ötesinde bir  anlam ifade etmeyen havanda su dövüyor olmaktır.!

 

5 Ekim 2012 Cuma

"Suriye Krizi’nde Takip Edilen Dış Politika; AKP İktidarının Bölgesel Güç Olma Hayalinin de Sonunu Getirmiştir."


Arap Baharı ile Arap Dünyasında Çıkarılan Kargaşa ile İsrail'in Güvenliğini Güvenceye Alıyor.

Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, ABD öncülüğünde tezgahlanan "Arap Baharının" hızı Suriye’de kesilmişe benziyor. Arap Baharı ile Ortadoğu’nun yeniden yapılanması, İsrail’in güvenliğinin güvenceye alınması ve bölge ülkelerinin  emperyalistlere hizmet eder bir yapıya kavuşturulması amaçlanıyor.

     
Türkiye, İran’ın rakibi olan Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte Esad iktidarını bitirme konusunda heveslendi.

Tunus’ta başlayan ve bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan “İsyan Dalgası” nın son durağı Suriye oldu. 20 aydır Suriye’de iç savaş devam ediyor. Libya, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi iktidarın devrileceği umut ediliyordu. Türkiye, İran’ın rakibi olan Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte Esad iktidarını bitirme konusunda heveslendi. Bazı Arap devletleri mezhepsel yakınlıktan dolayı Suriye muhalifini desteklediği görüldü.

ABD ve Türkiye başta olmak üzere Özgür Suriye Ordusu’na ve Suriye Ulusal Konseyi’ne para ve lojistik destek verdiklerini açıkladılar. Muhaliflere, Türkiye üzerinden silah desteği sağlandığı da söylenmektedir. Suriye muhalefetini destekleyen ülkeler; “Müslüman Kardeşler” benzeri siyasi bir hareketin iktidara geleceği öngörülmekteydi. Oysa, her ülke kendi iç dinamiklerine göre,  iklimini yaşayacağı gerçeği ilk anlarda göz ardı edildi. Türk dış politikası çuvalladı ve Cumhuriyet tarihinin en başarısız örneklerinden birini verdi.
        
Suriye;  bürokrasi,  askeri yapısı, istihbarat örgütlenmesi,  polis gücü ile uluslararası ilişkileri göz önüne alındığında diğer Arap Ülkelerinden Farklılık gösteriyor.
     
Suriye;  bürokrasi,  askeri yapısı, istihbarat örgütlenmesi,  polis gücü ile uluslararası ilişkileri göz önüne alındığında, Arap Baharının etkisi altına aldığı diğer ülkelerden farklılıkları olduğu görülmekte. Aşiret ve dini grupların ayaklanmalardaki etkisinin Suriye’de beklenen kadar olmadığı, Suriye’de ciddi bir devlet yapısı olduğu görüldü.
       
 Esad rejiminin kısa zamanda devrileceğini ileri sürenler, Suriye’deki etnik ve dinî yapıyı gerekçe göstermekteydiler. Çünkü, Suriye’de iktidar ve bürokrasi ağırlıklı olarak  %12 oluşturan Nusayrilerden oluşuyordu. Suriye nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan grupların kısa zamanda iktidarı devirecekleri düşünülüyordu. 
          
         18 milyon nüfuslu ülkenin;

         -  Etnik yapısı; % 80 Arap, %8 Kürt, % 6 Türk, %2 Ermeni, %1 Çerkez
         -  Dini gruplar; Sunni %74, Nusayri %12 (Alevi), Hristiyan %10, Durzî % 3, Diğer %1
        
 Avrupalı ülkeler tarafından Suriye’de yaptırılan kamuoyu araştırmalarında halkın %60’a yakını Esad rejimine destek verdiği ortaya çıktı. Esad rejimini tasvip etmeyen kesimlerin büyük bir çoğunluğunun, muhalif gruplara da tam olarak  destek vermedikleri anlaşıldı.

Diğer yandan Güvenlik Konseyi ülkeleri Rusya ve Çin, Suriye’ye desteklerini ilan etmişlerdir. Bu destek, Suriye’ye uluslararası bir müdahaleyi engellemiş, Esad rejiminin sürmesi konusunda en büyük destekçileri olmuştur. Öte yandan İran’nın koşulsuz olarak Suriye’yi desteklemesi, Suriye’nin mücadele azmi açısından hayati önemde olmaktadır.           

PKK, Irak’tan sonra Suriye’de de yeni imkânlara kavuşmuş oldu.   
Bu kargaşa ortamında şu ana kadar en karlı çıkan grup Suriye kuzeyinde yaşayan Kürtler olmuştur. PKK’nın uzantısı olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) Türkiye sınırına yakın kentlerde özerk bölge oluşturmaya başladı. Kürdistan Halk Ordusu (YPG) adlı silahlı örgütlü gücünü kurduğunu ilan etti. PYD, devletleşme yolunda bu bir ilk adım olduğunu açıkladı. Ve bölgede askeri güvenliğin bu güçler tarafından sağlanacağı duyuruldu. PKK, Irak’tan sonra Suriye’de de yeni imkânlara kavuşmuş oldu.

En son olarak Akçakale’ye düşen top mermisinin ölümüne neden olduğu 5 vatandaşımızdan sonra, Türkiye, Sınır ötesi operasyonlar için Türk Ordusuna yetki veren teskereyi TBMM den geçirmiştir. Bu şekilde Türkiye, Suriye ile savaş noktasına gelmiştir.

Suriye krizinde takip edilen dış politika hem uluslararası hem de ulusal düzeyde ülkemize zarar vermektedir. Türkiye, Suriye krizindeki hamlesi stratejik bir yanılgı olmuş, milli çıkarlar açısından zararlı sonuçlar doğurmuştur. Türkiye’ye karşı; Rusya- İran, Irak ve Suriye karşı bir cephe oluşturmuş,  PKK ya karşı terörle mücadelede bu ülkelerle sağlanan işbirliği ortamını yok olmuştur. 

Genel olarak bu zararları özetlemek gerekirse;
  
  • Rusya’nın stratejik ve ekonomik çıkarları için Suriye’yi terk etmeyeceği netleşmiştir,  buda Türkiye’nin pozisyonunu olumsuz etkilemiş, çıkmaz bir hale sokmuştur.
  • Bölgede yalnız kalan Türkiye;  ülkemiz bütünlüğü için bir tehdit olarak algılanan Barzani özerk kürt yönetimi ile işbirliğine sürüklenmiştir.
  • Sınırlarımızın dibinde Suriye kuzeyinde özerk bir kürt bölgesi kurulması tehdidi ile karşı karşıya kalınmıştır.
  • Suriye krizi, Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyasında yapacağı hamlenin önünde engel olmuştur.
  • PKK terör örgütüne karşı Irak, İran ve Suriye ile sağlanan işbirliği yok olmuştur. PKK yeni olanaklara kavuşmuş, terör eylemleri ülke geneline yayılmıştır.
  • Türkiye kendi içine kapanmış, terör olayları ile uğraşır duruma düşmüştür.
  • Türkiye’ de kamuoyu bölünmüş, ortak bir kanaat oluşmamıştır.
  • Suriye ile 2 milyara varan ticaret durmuştur.
  • Türkiye’yi, Suriye krizine sürükleyen ABD, krizi kendi haline bırakmış, Türkiye yalnız kalmıştır.
  • İsrail’in can düşmanlarından olan Suriye kendi derdine düşmüş, İsrail rahatlamıştır. Türkiye'nin tutumu İsrail'in çıkarlarına hizmet eder olmuştur.
Suriye krizi’nde takip edilen dış politika; Türkiye’nin bölgesel güç olma hayalinin de sonunu getirmiştir.


        
 http://haber.gazetevatan.com/pkknin-suriye-uzantisi-pyd-sinirda-ordu-kurdu/485368/1/Manset

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1103108&CategoryID=81

1 Ekim 2012 Pazartesi

“PKK, Müzakare İle Değil, Lider Kadrosunun İmhası İle Bitirilir.!"


            AKP iktidarı ile birlikte; PKK ile mücadele yeni aşamaya girdi. “Bir taraftan  müzakere, bir taraftan da mücadele “ olarak ifade edilen bu yeni stratejiyle, ilk kez PKK ile Devlet arasında müzakere dönemi başlamış oldu.  Buradaki öngörü, İç hukuk’ta bir takım düzenlemeler yapılarak PKK’nın silah bırakacağının ve sorunun sonlandırılacağının sanılmasıdır. Bu görüş Türk Devleti adına stratejik bir yanılgıdır.
            Çünkü bunun yanılgı olduğunun 2 önemli nedeni vardır. Birincisi; PKK’nın silah bırakmasını uluslararası konjektörün müsaade etmeyeceği gerçeğidir. Diğer asıl etken ise; PKK’nın varoluş nedeninin müzakerelerle  yok edilebilecek  türden konular olmamasıdır. 
            PKK,  bölgede yaşayan insanlara masumane bir takım hakların elde edilmesi veya yörede ekonomik gelişmişlik yaratılması, yaşam şartlarının iyileştirilmesinin sağlanması amacıyla kurulan bir örgüt değildir. PKK, Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan ve buna ulaşmak için silahlı mücadeleyi esas yöntem olarak  belirleyen bölücü bir terör örgütüdür.
             Konunun anlaşılması açısından PKK ile mücadelede geçmiş süreci, ulaşılan sonuçları çok kısa özetleyerek, anafikrimi özetlemek istiyorum:

   A.  PKK’nın Amacı ve Mücadele Yöntemi;

            Bizzat Abdullah ÖCALAN tarafından hazırlanan ve 1978 yılında yayınlanan 68 sayfadan oluşan “Kürdistan Devriminin Yolu-Manifesto”  isimli dokumanla mücadele stratejisi belirlenmiştir. Örgütün kuruluş tüzüğü bu manifestoya göre oluşturulmuştur. Buna göre; Marksist-Leninist ideolojik temelde örgütlenen "Kürdistan İşçi Partisi- Partiya Karkeran Kurdistan (PKK); Türkiye'nin güneydoğusu, Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran'ın kuzeybatısındaki bölgede, bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla kurulmuştur. Sözde kurtarılacak topraklar 4 farklı ülkede olmasına rağmen,  temel mücadele alanının Türkiye olacağı ilan edilmiştir.
            Örgüt, Bağımsız Birleşik ve Demokratik bir Kürdistan kurma hedefine “Uzun Süreli Halk Savaşı” ile ulaşılacağını bu stratejik amaca ulaşmak için “Parti - Cephe - Ordu” örgütlenme modelinin temel alınacağı belirlemiştir. Ve nihai hedefe ancak silahlı eylemlerle ulaşılacağı kararlaştırılmıştır.  Kuzey Kürdistan olarak isimlendirdiği Türkiye’nin doğusunda, devlet gücünün tasfiye edilerek, Türk askeri varlığının yok edilmesiyle amaca  ulaşılacağı planlanmıştır.
           
       PKK’nın  uygulamaya koyduğu Uzun Süreli Halk Savaşı; 


  • Stratejik Savunma,  
  • Stratejik Denge
  • Stratejik Saldırı  olmak üzere üç aşamadan ibaretti.
           
            PKK; 30 Temmuz 1979 tarihinde Adalet Partisi (AP) Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Celal Bucak’a saldırarak, olay yerine bırakılan “PKK’nın Kuruluş Bildirge’si” ile  kuruluşunu ilan etti. Bu bildiride örgütünün amaçı, uygulanacak yöntem ve mücadele tarzı açıklanmaktaydı.
            PKK; uzun süreli halk savaşı stratejine göre, Gayri-nizami /Gerilla tarzı askeri örgütlenme içerisinde 1984 yılından itibaren terör eylemlerine başladı. İlk etapta silahlı propaganda birimleri halinde yürütülen silahlı propoganda grupları daha sonraları; Gerilla örgütlenme tarzında yaygınlaştı. Faaliyet gösterilen ülkemiz toprakları sözde  “EYALET- BÖLGE- MINTIKA- “alanlarına ayrıldı. Bu alanlardan sorumlu CEPHE (ERNK) ve ORDU (ARGK) unsurları görevlendirildi.
            Örgüt 1990 lı yılların başında “Stratejik Denge” aşamasına geçtiğini düşünerek, Tabur büyüklüğünde hareketli silahlı birlikleriyle, bölgede terör eylemlerini artırdı. Ve Türk Ordusu ile mücadelede farklı bir mücadele tarzını benimsedi. Hareketli savaş olarak isimlendirilen bu tarz mücadeleyle; BOTAN-BEHDİNAN hükümetinin kurulması, öncelikle sözde BOTAN eyaletinde “Kurtarılmış bölgeler-Kızıl alanlar” oluşturmayı hedefledi. Ancak, dönemin siyasi iktidarlarının ilkeli duruşu ve yürütülen askeri mücadelenin başarısı bunu engelledi ve  örgüt amacına ulaşamadığı gibi ciddi kayıplara uğradı.
            Abdullah ÖCALAN’nın 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanması, örgütte önemli bir darbe vurdu. İlk kez üst düzey örgüt mensubu,  hem de örgütün kurucusu yakalanmıştı.  Ancak, bu başarının devamı gelmedi. PKK’nın diğer üst yönetimine, lider kadrosuna yönelik benzer bir operasyon yapılmadı. Örgüt bu olayın tesirini 2005ten itibaren üzerinden attı ve askeri yapılanmasını tekrar harekete geçirme başarısını gösterdi. Bu süreçte, örgüt yeniden teşkilatlanma ve yapılanmaya giderek yeni bir komuta,  sevk-idare tarzını geliştirdi.

B. PKK’ya Verilen Uluslararası Destek;

            PKK'yı diğer isyanlardan ayıran en belirgin özellik; örgüte verilen dış destekle Türkiye sınırları dışında konumlama gücüne kavuşturulmuş olmasıdır. Örgüte;AB ülkeleri, komşu ülkeler, Rusya, İsrail ve ABD desteklemektedir. ABD desteği, örgüte yaşamsal manevra imkanı vermektedir.  Özellikle günümüz dünya konjektöründe ABD’ nin tavrı PKK ile mücadelede belirleyici önemdedir.
            Irak’ı işgal etmek isteyen ABD’nin istediği 1 Mart tezkeresi TBMM’de red edildi. Bu karardan 4 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te K. Irak’ta bulunan Türk askerlerinin başına çuval geçirildi. Türkiye bir NATO ülkesi olmasına rağmen, yine bir NATO ülkesinin düşmanca tavrı ile karşı karşıya kaldı. Türk askerleri, sözde stratejik müttefik ABD Ordusu mensuplarınca aşağılayıcı muameleye tabi tutuldu. Özel eğitimli Türk askerleri, PKK ile mücadele için bölgede, ABD'nin bilgisi dahilinde bulunmaktaydı. Türk tarihinde benzeri olmayan bu aşağılayıcı olaydan sonra, Türkiye bir daha K.IRAK’a sınır ötesi operasyon icra edemedi. Türk Ordusu’nun, sınır ötesi operasyon yapma arzusu ABD tarafından şiddetle red edildi. Öte yandan PKK, Kuzey Irak'ta 2006’da Türk Büyükelçiliği'nin 500 metre ilerisine Öcalan Kültür Merkezi adı altında bir propaganda ofisi açtı. Türkiye buranın kapatılması için nota verirken, ABD'lilerin ilk açıklaması "Biz böyle bir merkez görmedik" şeklinde olmuştur.
            Örgüte sağlanan uluslararası medya desteği de azımsanamayacak önemdedir. PKK,  AB ülkelerinde başta Almanya'da çok sayıda basılı ve görsel medyaya sahip olmuştur. PKK nın propaganda organı “Serxwebun (Özgürlük)” gazetesi 1980'li yıllardan beri bu ülkede yayımlanmaktadır. PKK’nın propagandasını yapan televizyonu Danimarka’dan yayınına devam etmektedir.
            Diğer yandan Suriye krizi ile birlikte; Rusya - Suriye - Irak ve İran bir blok halinde Türkiye’ye karşı cephe almışlardır. AKP iktidarının Suriye politikasına karşı olan bu 4 ülke, PKK’ya yeni imkânlar sunmuştur. Bu denklem içinde yeni olanaklara kavuşan PKK’nın terör eylemleri,  2012 de başta Güneydoğu Bölgesi olmak üzere, aniden artmış ve tüm ülke geneline yayılmıştır.

C. PKK ile Mücadelede Kuzey Irak ve Kandil Dağı’nın Önemi;

            PKK’nın askeri varlığının ve örgüt gücünü koruması Kuzey Irak’ta sağlanan barınma imkanlarıyla mümkün olmaktadır. Türkiye’ye bitişik sınır bölgelerinde onlarca PKK kampı bulunmaktadır. Irak- Türkiye sınır bölgesinin denetim ve kontrolü PKK'nın elindedir.   PKK bu bölgeden kolayca Türkiye’ye sızmakta ve sınır bölgesinde süreklilik arz eden eylemlerine devam edebilmektedir.  
            Daha önceleri, Suriye-BEKAA vadisinde üstlenen PKK, 1990'ların başından itibaren Kuzey Irak'a yerleşmeye başlamıştır. Türk Ordusu’nun yoğun operasyonlarından bu şekilde, sınırın öte yakasında ana üsler kurarak imhadan kurtulmuştur.
             Irak Savaşı (2003)  PKK’ya yeni olanaklar sunmuştur. Irak’ta bulunan Kandil Dağı örgüt kullanımına açılmıştır. PKK; Türkiye’ye 100 km mesafede ve İran sınırında olan  Kandil Dağı ve çevresinde Ana Karargahını oluşturmuştur. Örgüt lider kadrosu bu bölgeye taşınmıştır. Bugüne kadar Kandil Dağı bölgesine kara veya hava harekatı yapılmamıştır.   K.ırak bölgesinde Türk varlığına karşı çıkan ABD, Irak’tan çekildikten sonra Irak hükümetinin tavrı  da benzer şekilde olmuş, karşı çıkılmıştır. Sınır ötesi kara harekatı yapamayan Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK üslerini Türk Hava Kuvvetleri ile vurmaktadır. Bu hava operasyonları Irak tarafından kabul görmemektedir.
      En son olarak; 26 Eylül 2012’de New York Times Gazetesi'ne konuşan Irak Parlamentosu Güvenlik Komitesi Başkanı İskender Vitvit  "Türkiye'nin Irak topraklarında PKK'yı hedef aldığı saldırılara karşı ordumuz hazırlanacak. Allah'ın izniyle bu uçakları düşürmek için Irak'ı silahlandıracağız" diyerek açık bir şekilde düşmanca tavır ortaya konulmuştur.
            Benzer şekilde Kuzey Irak Kürt yönetimi de açıktan örgüte destek olmakta, PKK’yı terör örgütü olarak görmemekte ve sınır ötesi kara harekâtına karşı çıkmaktadır.  Diğer yandan Suriye krizi ile ortaya çıkan iktidar boşluğundan da yararlanan BARZANİ, PKK ile birlikte hareket etmekte; Suriye’nin kuzey bölgesinde bulunan Kürtleri ayrımcılık konusunda desteklemekte, askeri eğitimler vermekte ve silahlandırmaktadır.

D. Türk Ordusunun Alan Hakimiyeti ve Sınır Ötesi Operasyonları:

1.       Alan Hakimiyeti;

            Türk ordusu; PKK ile mücadelede Alan Hakimiyeti stratejisi geliştirmiştir. Bu strateji; PKK'nın “Kırmızı Bölge-Kurtarılmış Alanlara” ulaşmasını ve alanda PKK’nın üstlenmesini engellemek  için uygulanmıştır.  Bu konseptle PKK’nın üstenmeye çalıştığı muhtemel bölgelere askeri birlikler yerleştirilerek, arazinin PKK kontrolüne geçişi engellenmiştir.  Bu taktikle paralel olarak; bölge genelinde 982 köy ve 1.674 mezranın boşaltılmış ve toplam 49.593 aile ve 310.921 kişi göç etmiştir.
            PKK ile mücadelede ciddi insan kaybı yanında, önemli miktarda  bütçenin de ayrılmasını zorunlu kılmıştır. PKK ile mücadelenin bazı dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti'nin savunma harcamalarına ayırdığı miktar bütün harcamalarının %10'una kadar yükselmiştir.

            2. Sınır Ötesi Operasyonlar;

            PKK nın Kuzey Irak’taki üstlenmesini darbelemek adına hem kara hem de havadan yapılmıştır. 1984’ten bugüne kadar 25 civarında sınır ötesi kara operasyonu yapılmıştır. Sayısız hava harekâtı icra edilmiş, bu operasyonlarla örgüte ciddi kayıplar verdirilmiştir. Ancak, bu kayıplar örgütü tasfiye noktasına getirmemiştir. Diğer yandan bu operasyonlar bütçeye ciddi yük getirmiş, maliyeti 300 milyon doları bulan sınır ötesi kara operasyonları yapılmıştır.  
            Sınır ötesi kara operasyonları sınırın en fazla 25-30 km derinliklerine kadar yapılmış, PKK’nın topyekun yenilmesi gibi bir gaye güdülmemiştir. Sınırlı ölçüde örgütün silahlı güçlerinin imhası hedeflenmiştir. Örgütü yöneten üst düzey kadronun imha edilmesini amaçlayan bir operasyon yapılmamıştır. 30 yılı aşkın bir süredir, PKK'nın lider kadrosuna yönelik, operasyonların icra edilmemesi düşündürücü olduğu kadar, PKK ile mücadelede karamsarlığımızın nedenlerinden de birisini oluşturmaktadır.

E. PKK,  İle Yapılan Müzakareler;

            PKK ile yapılan müzakereler, genelde örgütün zora düştüğü, çıkış yolu aradığı dönemlerde, örgüt inisiyatifinde olmuştur. Örgüt bu dönemleri bir kriz yönetimi strateji ile yönetmiş, zaman kazanmıştır.  Müzakereler sonunda kazanan taraf PKK olmuştur.

            1. Abdullah Öcalan ile yapılan müzakareler ( 1999 );

Örgüt lideri Abdullah ÖCALAN’nın yakalanması ile başlayan süreçte, müzakere süreçi yaşanmıştır. Bu müzakereler sonucunda PKK, eylemleri sonlandırmış ve silahlı unsurlarını Kuzey Irak alanına çekmiştir.  Bu süreçte; Alan Hakimiyeti stratejinden vaz geçilmiş, PKK ile mücadele için tesis edilen bir çok üs bölgesi boşaltılmış bir rahatlama dönemine girilmiştir.
            Örgüt ise, bu süreci yeniden toparlanma ve teşkilatlanma süreci olarak çok iyi kullanmıştır. Örgüt; kendini yenilemiş, mensupları eğitilmiş,  yeni elamanlar kazandırılmış ve yeni lojistik imkanlara kavuşmuştur.

            2. PKK Yöneticileri ile Oslo’da Yapılan Görüşmeler (2010-2011);

            Basına çıkan haberlere göre; AKP’nin siyasi direktifleri doğrultusunda MİT ile PKK yöneticileri arasında 2010 yılından beri Norveç'in başkenti Oslo’da görüşmeler yapılmıştır. Görüşmelerin tam olarak ne zaman başladığı, kaç kez yapıldığı bilinmemektedir. Türk devleti adına tam olarak neler vaad edildiği, PKK’ nın ne istediği açıklığa kavuşmamıştır.  
            Görüşmelerin kesilmesinden sonra, PKK ülke genelinde terör eylemelerini artırmıştır. Hiç öngörülmemiş bir şekilde terörü tırmandırmış, Devlet hazırlıksız yakalanmış, ülkemiz 1990 lı yıllara geri dönmüştür.   Örgüt lider kadrosundan  KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, 1 Ekim 20122’ de Azadiya Welat gazetesine "Eğer yeni Oslo görüşmeleri olacaksa Kürt Halk Önderi için özgürlük talebini dikkate almak zorundalar.” açıklamasında bulunmuştur.  PKK, yeni bir dayatmayla, Abdullah ÖCALAN’na özgürlük verilmesi halinde görüşmelerin yapılacağını deklare etmiştir.

F. PKK ile Mücadelede lider Kadronun Önemi;

            Örgüt; lider kadro arasından seçilen Merkez Komite (Başkanlık Konseyi) tarafından yönetilmektedir. Merkez Komite ismi ve seçilen sayısı değişmekle birlikte, üstlenilen işlev aynı olmaktadır. Merkez Komite; kongre veya konferans olarak adlandırılan toplantılarda alınan kararlarla örgütü yönetmektedir.
            Burada en düşürücü olan, PKK’nın 1978’de Birinci Kuruluş Kongresine katılan lider kadronun halen örgütü yönetiyor olmasıdır. Abdullah ÖCALAN (Örgüt lideri) Murat KARAYILAN(Merkez Komite Üyesi),  Cemil BAYIK (Merkez Komite Üyesi), Ali Haydar KAYTAN (Merkez Komite Üyesi), Duran KALKAN (Merkez Komite Üyesi).
            PKK’nın bugüne kadar ayakta kalmasındaki en büyük etken, lider kadroya yönelik operasyon icra edilememesidir. PKK’yı kuran kadro 1978 den beri örgütü yönetmektedir. Ülkemizde 35 yılda, birçok hükümet, Başbakan ve bürokrat değişmiş, terörle mücadele usul ve yöntemlerinde bile, kesintiler olmuşken,  PKK’nın mücadele stratejini belirleyen kadro değişmemiş, kesintisiz aynı kişiler tarafından devam edilmiştir.
            PKK ile mücadele göstermiştir ki, Müzakerler yapılarak, terörist öldürülerek PKK'ya ciddi bir darbe vurulamamaktadır.  PKK tarihindeki en büyük darbe, Abdullah ÖCALAN’nın yakalanmasıdır. Ancak, lider kadrosuna yönelik benzer operasyonların devamı gelmemiştir.  PKK, çekirdek bir ekip tarafından yönetilen, askeri bir örgütlenmedir.  Emir –komuta birliğinin yok edilememesi, örgüt yöneticilerini cesaretlendirmiş ve militan kadronun hevesini, motivasyonunu artırmıştır. 
             
Sonuç;
           

  • Türk devletinin takip ettiği dış politika, PKK’nın güçlenmesine zemin hazırlamıştır. AKP hükümeti, aniden Suriye ile ipleri germiş, ESAD yönetimini açıktan hedef almıştır.  Bu politika; komşu ülkeler Irak ve İran tarafından tepkiyle karşılanmış, Rusya tarafından da onay görmemiştir. Komşu ülkelerin açıktan desteğini alan PKK eylemlerini tırmandırmaya devam etmektedir.
  •  Irak’ta üstlenen PKK’ya, İsrail ve ABD’nin örtülü ve gizli desteği devam etmektedir. Önümüzdeki süreçte bu siyasi denklemenin devam edeceği,  PKK’nın uluslararası desteğinin önlenmesinin mümkün olmayacağı  görünmektedir.
  •  Oslo müzakereleri de göstermiş ki, teröristlerle müzakere edilerek örgütün tasfiyesi veya silahlı eylemlerinden vazgeçirilmesi mümkün değildir. Örgüt silahlı güçünü, hedeflerine ulaşmada geleceğinin garantisi olarak görmekte, asla silah bırakmayı kabul etmemektedir. Nitekim,  Müzakarelerden sonra ülke genelinde terör eylemlerine tekrar başlamıştır.
  • Türk devleti yöneticilerinin; “Hem müzakare, diğer taraftan mücadele”  stratejisi ile örgütle müzakareyi bir yöntem olarak belirlemesi geri dönüşü olmayan çok ciddi sorunlarıda beraberinde getirecektir. PKK, bir siyasi hareket olarak Devlet tarafından resmen tanınmasının kapısı aralanmış,  Türkiye dışında 3 ncü ülkeler tarafından da Siyasi bir hareket olarak kabul görmesinin önü açılmış olacaktır. Bu da, PKK'nın amaca ulaşmada elde edeceği en büyük Stratejik Başarı demektir.
  • Diğey yandan bu tür mücadele yöntemi; PKK ‘ya cesaret verecek ve yeni terör eylemleri için zaman kazanılmış, devlet otoriteside ciddi zaafa uğratılmış olacaktır.
  •  Müzakerelerle bir sonuca gidilmesi mümkün değildir. Müzakare süreci PKK nın elini güçlendirmekte, süreç PKK lehine işlemektedir.  PKK ile mücadele  askeri  anlamda  kesintisiz devam etmeli, yeni bir konsept ortaya konulmalıdır. Tüm alanlarda mücadele devam ederken;  asıl hedef örgüt lider kadrosu  olmalıdır.  Örgüt lider kadro üzerinde baskı artırılmalı, tüm olanaklar seferber edilmelidir.
  • Milyarlarca dolar teöristle mücadeleye ayrılmakta, ülkemiz gündeminde PKK öncelikli gündem olmaya devam etmektedir.  Aynı şekilde Lider kadronun tasfiyesi içinde milyarlarca dolar ayrılmalıdır. Gelinen noktada lider kadro tasfiye edilmeden PKK'nın imhası mümkün değildir. Eğer PKK Türkiye gündeminden bertaraf edilmek isteniyorsa mücadele konsepti; "teröristle mücadele devam ederken asıl  hedef PKK’nın lider kadrosu olmalıdır." 


16 Eylül 2012 Pazar

Türk Ordusu’nun yenilgisi, Türklüğün yenilgisidir.!!


Türk tarihindeki en büyük deniz yenilgisi “Navarin” Faciasıdır.. Batı, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesini istemiş, ancak Osmanlı bu isteği kabul etmemiştir. Bunun üzerine Rus donanması öncülüğünde Fransız ve İngiliz müttefik donanması Akdenize indi . Mora-Navarin’de bulunan Osmanlı Donanması 20 Ekim 1827’de  yakıldı. 80 Parçadan oluşan donanma yok oldu. Ayrıca, şehirde 10.000 Türk öldürüldü.

O gün den sonra kalıcı bir şekilde Yunanistan Bağımsız devlet oldu ve sürekli olarak Türk toprakları aleyhinde genişledi ve burnumuzun dibindeki MEİS adasına  kadar büyüdü..

Günümüzde ise, Deniz Kuvvetlerinde farklı bir facia yaşanıyor. Bu facia Cephede savaş ortamında savaşın acılarıyla değil,  inanmakta zorluk çekilen bir biri ardında açılan davalar sonucun da oluyor. Bu davalar neticesinde Türk Deniz Kuvvetleri bir savaşa girmeden Navarin Olayı benzeri bir felekat yaşıyor. Çok değerli subayları, görevlerinden uzaklaşıp, özgürlüğünü kaybediyor,  cezaevine giriyor.

Askeri casusluk davası başta olmak üzere, devam eden diğer davalar sonucunda Deniz Kuvvetlerinin Komuta kademsi yok olmuş durumda. En son olarak bugün;  Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Korgeneral tutuklanıyor. Deniz Kuvvetleri Komuta yapısı darmadağın olmuş durumda. Bu sarsıntıların Deniz Kuvvetlerine nasıl yansıdığını bizler değil, orada görevli personel görebiliyor. Şu an bir kriz anında Deniz Kuvvetlerinin sevk ve idaresinde ciddi sıkıntılar olacağı alenen görülüyor.

Hükümetin yaptığı açıklamaya göre; kamuoyunca yakından takip edilmekte olan önemli davalar kapsamımda, yargılama süreci devam eden 207’si tutuklu (58 general/amiral, 140 subay, 7 astsubay, 1 uzman erbaş, 1 sivil memur) toplam 404 (64 general/amiral, 273 subay, 60 astsubay, 4 uzman erbaş, 3 sivil memur) muvazzaf personel bulunuyor.

Yukarda açıklanan sayıdan da anlaşılacağı üzere, Türk ordusu ciddi bir tramva yaşıyor. Türk Ordusunun 3 generalden 1’i içerde. Bu ordu Suriye krizi başta olmak üzere, Bölücü PKK ve diğer düşmanlarla nasıl ve ne şekilde baş edecek?

 Savaş, insan sayısı ve silah üstünlüğü ile değil, MORAL-MOTİVASYON ve İYİ KOMUTANLARLA kazanılır.

Unutulmasın ki, Türk Ordusu’nun yenilgisi, Türklüğün yenilgisidir. Türk ordusu sadece Anadolu Tüklüğü’nün değil, Dünya Türklüğünün de yenilmez ve ikamesi olmayan yegane gücüdür.  


8 Eylül 2012 Cumartesi

AKP ‘nin Dış Politikası, Bir Hezimettir ve Ulusal Güvenliği Tehdit Etmektedir.


Atatürk öncülüğünde ümmetci, teokratik devletten çağdaş, Laik değerle kurulan Cumhuriyet’e geçildi.        
Emperyalist dayatma ve saldırıyı Milli Kurtuluş Savaşı ile bertaraf eden Türkiye; büyük önder Atatürk öncülüğünde yeni bir devlet yarattı. İçeride çağdaş devrimler yapılıp, Ümmetci, teokratik devletten Cumhuriyet’e geçildi. 

Türkiye Cumhuriyeti 3 temel esasta kuruldu;
  • Demokratik – Laik devlet, 
  • Sosyal - Hukuk devlet ve 
  • Milli Üniter devlet.
 “Atatürkçü dış politika” ilkeleri takip edildi.
 İçerde devlet sistemi oluşturulurken, o dönemin egemen güçlerinden medet umulmadı, hiçbir devletin hegomanyası, himayesi kabul görmedi.  Bu süreçte oluşturulan “Atatürkçü dış politika” ilkeleri takip edildi.  Atatürk’ün bağımsız ve barışçı dış politika ilkeleri; jeopolitik konumun verdiği güç göz önünde bulundurularak, dünyada meydana gelen olaylara duyarsız kalmamakla birlikte, komşularla iyi ilişkileri esas alan “Akılcı-Çağdaş ve Milli” ilkelerine dayanmıştı. İktidarlar değişmesine rağmen Cumhuriyet Hükümetleri genel olarak dış politika ilkelerine sadık kaldı. 
 
AKP iktidarı ile birlikte “geleneksel ve temel” dış politika ilkelerinde ciddi sapmalar olduğu görülüyor.
Bu değişimin temelinde AKP-ABD işbirliğinin yattığı görülmektedir.  AKP,  devlet mekanizmasını, kendi misyonuna uygun  bir şekilde yeniden tanzim etmeyi bir gaye  olarak ortaya koymuştur. Bu misyonla yani  “devlet sisteminin değişim ve dönüşüm”  sürecinde küresel güç ABD’ne yaklaşırken, ABD’de; stratejik hedeflerine uyumlu siyasi vizyon üstlenen AKP’yi işbirliği yapılabilecek bir siyasi hareket olarak algılanmıştır.  AKP nin, devleti değiştirme ve dönüştürme çabası bir nevi “ düşük yoğunlukta devrim” olarak ta adlandırılmıştır.

AKP‘nin, üstlendiği siyasi misyon, ABD’nin  “Büyük Ortadoğu Projesi-BOP” olarak adlandırdığı uzun süreli politik çıkarları ile örtüşmüştür. AKP misyonu, İslam ülkelerine sunulabilecek siyasal bir model olarak görülmüştür. Bu model “Ilımlı İslam” olarak adlandırılmaktaydı. ABD, BOP ile bölgedeki bazı islam ülkelerini yeniden bir dönüşüm ve değişime zorlarken, “Ilımlı İslam” modeli olarak AKP modelini işaret etmekteydi. AKP‘nin Türkiye’deki başarısı, ABD‘nin (İslam Dünyasındaki) uzun vadeli çıkarları açısından hayati önemdeydi.  AKP’nin üstelendiği siyasi misyona uygun olarak devlet sisteminin yeniden inşa edilmesi ve dönüştürülmesi, bu inşanın da ABD’nin küresel çıkarlarına paralellik teşkil etmesi nedeniyle karşılıklı fayda ilişkisi içerisinde ABD-AKP ittifakı sorunsuz bir şekilde bugünlere kadar gelmiştir.

Takip edilen dış politika uygulamalarıyla; “Yeni Osmancılık”, “ Bölgesel Güç Türkiye”  şeklinde lanse edilerek, kamuoyu oluşturulmakta istenmiştir.
Geçmiş süreç göz önüne alındığında Türk dış politikasının ABD merkezli yürütüldüğü alenen görülmektedir. Takip edilen dış politika uygulamalarıyla; “Yeni Osmancılık”, “ Bölgesel Güç Türkiye”  şeklinde lanse edilerek, kamuoyu oluşturulmakta istenmiştir.  Oysa; AKP dış politikasının, ABD'nin onayladığı rolleri üstelenmekten öteye geçmeyen, “Akılcı-Çağdaş ve Milli”  ögeleri içermediği,   öte yandan Bölgesel Güç olma vizyonundan çok uzaklarda olduğu da bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. 

“Stratejik Derinlik” tezine göre  dış politika;

Uygulanmak istenen dış politikanın fikirsel alt yapısı Ahmet Davutoğlu’nun  “Stratejik Derinlik” tezine dayanmaktaydı.   “Stratejik Derinlik” tezine göre  dış politika;
  • Komşularla Sıfır Sorun,
  • Merkez Ülke ve
  • Derin Strateji” olarak adlandırılan üç temel unsuru içermekteydi. 
 “Stratejik Derinlik” tezi, teori düzeyinde gerekçelerle açıklanabilen her Türk vatandaşının iştahını kabartan gayeler içermekteydi. 
  Ne yazik ki uygulamada çok farklı noktalara gelindiğini görüldü. “Komşularla Sıfır Sorun” strateji,  pratikte; “milli çıkarlara” göre  değil, ABD güdümlü dizayn edildiği için iflas etmiş, “Komşularla Ciddi Sorun” yaratan ve yalnızlığa itilen bir Türkiye yaratmıştır. Bu başarısızlığın nedeni; ABD’nin “küresel misyonu” yanında, Türkiye’nin bölgesel politikaları ve tercihlerinin, tümüyle geçersiz ve anlamsız kalmış olmasıdır.
 “Komşularla Sıfır Sorun”  teziyle gündeme getirilen ve son noktada komşulardan nasıl düşman yaratıldığını inceleyelim;

            Iran ;
İran, ABD ve AB tarafından dünyadan soyutlanmak istenmekte ve  ABD, İran’a vurmak için uluslararası destek peşindedir. Bu denklem içerisinde görünürde İran ile iyi ilişkiler sürdürmeye çalıştığı izlenimi verilen AKP nin dış politikasının aslında  İran’a karşı, düşmanca olduğu ortaya çıkmaktadır. ABD’nin İran'ı hedef alan  “Füze Kalkanı” sistemini topraklarımıza yerleştirmesine izin verilmiştir. İran, Türkiye’yi en yetkili ağızlardan defalarca uyarmakta ve Türkiye’yi vurmakla tehdit etmektedir. Benzer tehdit Rusya tarafından da  yapılmaktadır.  İran ile ilişkilerin bozulmasına neden olan Radar Üssünün bir taraftardan da İsrail’in güvenliğini de gözettiği yaygın olarak konuşulmaktadır.
 Öte yandan, Stratejik Ortağı olan Suriye'ye karşı, Türkiye’nin  tutumuna  karşı çıkmakta, onaylamamaktadır.  Türkiye'nin Suriye'ye karşı tutumu İran ilişkilerini derinden etkilemektedir.
            Irak ;
INTERPOL tarafından aranan Sunni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’yi  Irak’a teslim etmemesi nedeniyle, Şii Başbakanı Nuri el Maliki açıkça  AKP Hukümetini “Türkiye iç işlerimize karışmasın” diye uyarmıştır.
    Ayrıca; Türkiye’nin Sınır Ötesi Operasyonlarına ve  Kuzey Irak’ta bulunan Bamerni Üssü’ne karşı itiraz gelmektedir.   Irak Bakanlar Kurulu, "Irak’ta herhangi bir askeri üs veya varlığı kabul etmeyecektir. İsyancılara yönelik kovalama adı altında Irak’a asker girmesini reddeder. Bakanlar Kurulu, Irak Parlamentosu’na bu hususla ilgisi olan ülkelerle daha önce yapılan anlaşmaları iptal etmesi veya uzatmamasını tavsiyede bulunacaktır.” açıklamalarında bulunmuştur.
     
AKP, Irak içerisinde Şii-Sunni rekabetinde Sunni tarafı tutmaktadır. ABD tarafından yoktan var edilen, Barzani - Kürt yönetimi AKP’nin ittifak ettiği sözde bir devlet görünümü kazanmıştır.  Hiç arzu edilmeyecek bir şekilde AKP, Barzani ile birlikte hareket etmeye zorlanmıştır.
           Ermenistan-Azerbaycan;
ABD, gözetiminde Ermanistan ile diplomatik ilişkilerin başlatılması kararlaştırılmıştır. Hazırlanan protokol Ermenistan Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir. Ermenistan ile ilişkilerde bir adım atılamadığı gibi, Azerbaycan’da Türkiye kırgınlığı oluşmuştur.
            Suriye ;
Türkiye ile ortak askeri tatbikat düzenleyen, ortak Bakanlar Kurulu toplanan ve  karşılıklı vizeler  kaldırılan, Esad ve Başbakan Tayyip Erdoğan’nın birlikte samimi pozlar verilen Suriye ile ilişkiler birden bire, “Arap Baharı”  sonrasında farklı bir boyuta yönelmiş ve iki ülke savaş ilanı noktasına gelmiştir.  ABD‘nin  BOP projesi kapsamında sıranın Suriye’ye geldiği, Suriye’de de “Ilımlı İslam” modelinin iktidar olması için, AKP ile sıkı ilişkilerde bulunan Esad yönetiminin çökertilmesi gerekli görülmüştür. AKP-Suriye ilişkileri sanki bir vahiyden gelen bir talimat gibi aniden, sebepsiz  gerginleşmiştir.  
AKP yönetimi alenen Suriye’nin iç işlerine yönelik açıklamalarda bulunmuş, Esad yönetimini devirmek için mücadele eden, “Özgür Suriye Ordusu” Hatay’da karargah kurmuştur.  Libya örneği gibi kısa sürede ESAD’ın devrilip, Sunni bir hukumetin kurulacağını hayal eden AKP, Suriye bataklığına saplanmıştır.
            Rusya;
Suriye krizi ile birlikte eski haline dönmüş, bu bölgede Rusya'sız bir düzenlemeye gidilemeyeceğini hatırlatmıştır.  Türkiye, Suriye krizindeki tutumuyla Rusya'yı karşısına almıştır.  Rusya'nın Suriye konusundaki çıkışlarına karşı, Türkiye caresiz kalmıştır. Rusya, Türkiye'ye karşı bir blok oluşturan İRAN ve IRAK  üzerindeki ağırlığını artırmıştır. ABD işgalinden bu yana ilk kez IRAK, Rusya'ya yaklaşmış ve 5 milyar dolar civarında silah anlaşması imzalamıştır.
            PKK;
 Suriye-Irak ve İran sınırında PKK daha rahat hareket eder hale gelmiştir. Sınır güvenliği ciddi zaafiyetlere uğramıştır. İran, Suriye ve Irak; Türkiye’nin Suriye politikasının karşılığında PKK’ya desteğini artırmışlardır. Bu süreçte; PKK’nın manevra alanı genişlemiş,  yeni ittifaklara kavuşmuş, terör eylemlerini artırmıştır. Suriye Kuzeyinde PKK’nın Suriye şubesi Demokratik Birlik Partisi - (PYD)  etkinliği artırmış ve bölgede silahlı denetim kurma başarısı göstermiştir. Suriyenin kuzeyinde, Irak kuzeyinde olduğu gibi özerk bir yapı oluşturulmaya çalışılmaktadır.
   Bu şekilde Uluslararası konjektörden cesaret alan PKK; Hakkari-Şemdinli, Çukurca ve Beytülşebap bölgesinde kurtarılmış bölge oluşturmaya girişmiş; “BOTAN-BEHDİNAN HUKUMETİ” oluşturma sevdasına düşmüştür.  Bölgede yeni bir aktör olma şansını kazanmıştır. Öte yandan AKP Hükümetini,  tekrar Oslo benzeri görüşmelere zorlamak adına ülke genelinde şiddeti tırmandırmaktadır.
           
Sonuç:

  • AKP’nin dış politikası “ABD’nin küresel çıkarlarına ve hegomanyasına zarar vermeden, sonuçta ABD çıkarlarına hizmet eden, bölgesel içerikli taktiksel manevralar içerdiği”  görülmektedir.  Taktiksel alanda izlenen bölgesel dış politika açılımlarına zaman zaman AB nin güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’nın da ciddi itirazıyla karşılaşılması AKP nin ayrı bir çıkmazı olarak ortaya çıkmaktadır.
  • Uygulanan dış politikanın, ülkemiz tarihinde benzeri olmayan bir başarısızlıkla sonuçlandığı gayet açıktır. Bu başarısız politika ülkemizin iç güvenliğini de tehdit eder duruma geldiği görülmektedir. Komşularımız; İRAN-IRAK-SURİYE bir bütün olarak Türkiye’ye karşı bir blok oluşturmuş, karşı cephe açmışlar, RUSYA ile Suriye konusunda rekabete girilmiştir. Azerbaycan kırgınlığa uğratılmış, Ermenistan çok daha şımartılmıştır. Dost olduğumuz komşularımızla bile düşman olma ile karşı karşıya bırakılmıştır.  PKK yeni manevra alanlarına kavuşmuştur.
  • Türkiye’ hem içerde, hem de komşuları için çok daha fazla sorunlar yaşayan bir ülke konuma gelmiştir. Siyasi tarih, Küresel güçlerle sıkı-fıkı olan ülkelerin zamanla nasıl, emperyal gücün peyki konuma geldiğinin örnekleriyle doludur. Emperyalist ABD, Türkiye’yi tuzağa düşürmüş ve geri dönülmez bir noktada AKP, ABD’ye su ve ekmek kadar muhtaç hale getirilmiştir.